07 Kasım 2013

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi üzerine eleştirel bir değerlendirme

Bu yazıda Türkiye siyaset sahnesine 2012 yılı sonlarında çıkan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin (YSGP) sol açıdan eleştirisini yapmaya çalışacağım. Yakın bir zamana kadar fahri üyesi olduğum YSGP hakkında beni böyle bir eleştiri/ irdeleme yazısı yazmaya yönelten toplumsal sorunlara çözüm arayışı olarak gördüğüm siyaset alanına katkıda bulunabilmek isteği.

YSGP, kuruluş sürecinde dışarıdan katılımlar alsa da esas olarak Yeşiller Partisi ve benim de içinden geldiğim Eşitlik ve Demokrasi Partisinin birleşmesiyle oluştu. Etnik ve dini azınlıkların, kadınların ve LGBTT bireylerin tanınma ve eşitlik taleplerini dile getiren, destekleyen ve mücadelesini veren diğer yandan ekolojik sorunlara karşı duyarlılık partinin olumlu tarafını oluşturuyor.

YSGP hakkında başlıca eleştirel söylemlerimi  partide yoğun şekilde postmodernist ve postyapısalcılık, meşruluğun değil legalliğin esas alınması, sınıf mücadelesinin terk edilmesi, dinsel muhafazakarlığa ve neoliberalizme karşı duruş sergilenmemesi, sivil toplumculuğun mitleştirilmesi oluşturuyor. Bu çerçevede YSGP siyasi yelpazenin sol liberal kısmında yer alıyor denilebilir.

YSGP "Su, ekmek, söz ve kimlik" sloganıyla simgeleştirdiği dört adalet ilkesiyle  sırasıyla ekoloji, emek, demokrasi ve tanınma adaletlerine atıfta bulunuyor. Dört adalet ilkesi arasında bulunmasına rağmen en az önem verilenin emek olduğu belirtmek gerekiyor. Bu bir tesadüf değil kuşkusuz. Partinin sınıf mücadelesini programından çıkarmış olmasının belirleyici bir yeri var. Partinin solun geleneksel değeri olan emeğe tali bir değer biçmiş olması bir dünya düzeni halini almış olan neoliberalizme karşı mücadeleyi zayıflatıyor ve adeta ekolojik alana indirgiyor. Diğer yandan bir işçi sendikası olan DİSK içinde örgütlü bir grup olarak var olunamaması, bir memur sendikası olan KESK içinde ise zayıf bir durumda var olunması şeklinde yaşama yansıyor.

Gerek yukarıda belirttiğim tespitleri gerekse YSGP’yi bir bütün olarak açıklayabilmek için öncelikle parti anlayışının eksenini oluşturduğunu düşündüğüm postmodernizm ve postyapısalcı felsefeye kısaca değinmek gerekiyor.
16. yy. da başlayan aydınlanma dönemi ve onun bir uzantısı ve yaşam biçim olarak kabul edilen modernite özellikle 20.yy.da dünya savaşları sonucunda on milyonlarca insanın ölmesi, tüketim toplumunun yarattığı yabancılaşma, reel sosyalizmin beklenileni verememesi, işsizlik, çevre kirliliği ve doğanın tahribatı gibi sebeplerle önemli ve dikkate alınması gereken eleştirilere uğradı. Bu eleştirel düşüncelerin birikimi 20.yy sonlarında postmodern ve postyapısalcı felsefelerin oluşmasına, belirginleşmesine ve gündeme oturmasına neden oldu. Başlıca Lyotard, Baudrillard, Deleuze, Derrida ve Foucault gibi felsefecilerle anılan postmodernizm ve postyapısalcılık gerçekliğin bilinemeyeceği, görecelik, bir metnin farklı okumalarına dayanan yapı sökümcülük, determinizmin reddi, büyük anlatıların reddi (Hıristiyanlık, Sosyalizm vb.), nesnelliğin yerine öznelliğin önem kazanması, bütünsellik yerine çok parçalılık gibi kavram ve söylemler çevresinde dönüyor (1). Postmodernite, modernizmin iki versiyonu olarak gördüğü kapitalist ve sosyalist versiyonlara eleştirel yaklaşır. Birbirine adeta düşman olan kapitalizm ve sosyalizmin aynı kefeye konmasının sebebi ise her ikisinin de aydınlanma çağının çocukları olması, akla ve bilime merkezi bir önem atfetmeleri.

Postmodernitenin modernite eleştirisi her ne kadar doğru noktalara parmak bassa da eleştirdiği sistemlere alternatif bir sistem geliştirememesi en büyük zaaflarından birini oluşturuyor. Postmodernitenin yarattığı bu durum dinsel akımlara büyük bir fırsat yaratıyor. Dinsel akımların da modernite eleştirisi yaptığını biliyoruz. Oysa modernitenin kökü aydınlanma çağının akıl ve bilime biçtiği önemden geliyor. Aklın ve bilimin doğrunun ölçütü olmaktan çıkarıldığı bir dünyada dinsel mitosların önünde hiç bir ciddi engel kalmıyor. Dünyamızda son otuz yıldır postmodernizmin yıktığı ama yenisini yapamadığı alan dinsel akımlar tarafından (premodernite) dolduruluyor. Dinselliğin sadece Türkiye’de değil dünya genelinde yükselişte olmasının önemli nedenlerinden biri de bu olsa gerek.

YSGP postmodern düşüncenin Türkiye’de en etkin olduğu siyasi partilerden biri, belki de en başında. Partinin mücadele verdiği hedef premodernite sayılabilecek dinsel muhafazakarlık değil modernite. Dinsel inançlara saygı adı altında dinsel muhafazakarlığın toplumda yarattığı yıkımlar önemsenmezken tek tipçilik, ulus devlet, kapitalizmin yarattığı çevre ve doğa tahribatı, sosyalizm eleştirisi gibi moderniteye özgü sorun ve kavramlar önemseniyor. YSGP’yi oluşturan iki ana grup olan Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) ve Yeşiller Partisi’nin 12 Eylül 2010 referandumunda “Hayır” oyu yönünde irade beyan etmemelerinin nedeni moderniteyle birlikte anılan ulus devletçiliğe karşı muhafazakarlarla itifaka girmek (EDP) veya hiç olmazsa engel olmamak (Yeşiller) olarak yorumlanabilir.
Modernitenin bir ürünü olarak kapitalizmin eleştirisinin YSGP için ne anlama geldiği üzerinde biraz duralım. Parti her ne kadar programatik metninde ve seyrek de olsa bazı bildirilerinde kapitalizmin eleştirisini yapıyor ise de bunun sosyalistlerin ve komünistlerin kapitalizm eleştirisinden çok önemli farkı olduğunu belirtmek gerekiyor. Sosyalistler ve komünistler kapitalizme bir sistem olarak tümden karşıdır ve alternatif bir projeleri vardır, bunun için mücadele ederler. Oysa YSGP kısmi hem bir kapitalizm eleştirisi yapmakta ve alternatif bir sosyoekonomik sistem modeli sunmamakta. Kapitalizm bir sistem bütünü olarak tarihsel ve ideolojik bağlamda eleştirilmemekte sadece yarattığı çevre ve doğa tahribatı yönünden kısmen ise yoksulluk ve eşitsizlik bağlamında pragmatik eleştiriye tabi tutulmakta.
Peki modernitenin veçhelerinden biri ve halde günümüz kapitalizminin ideolojisi olan neo-liberalizm neden YSGP’nin başlıca mücadele hedeflerinden birini oluşturmuyor? Bunun nedenini neo-liberalizm bir modernite tasarımı olmasına rağmen hakkında çelişik düşüncelerinin var olmasıyla açıklayabiliriz. Neo-liberalizm bir yanıyla yoksulluk, eşitsizlik, ekolojik yıkım nedeniyle eleştirilirken diğer yanıyla bir otoriterizm simgesi olan ulus devleti çözmesi ve yıkıma uğratması, devlet merkezciliğin yerine birey merkezciliği getirmesi bakımlarından olumlu görülmektedir. Bu çelişik durumun altından kalkabilmek için bir ideoloji olarak neo-liberalizm değil onun çeşitli alanlarda yarattığı tahribat pragmatik düzeyde ele alınarak çözülmeye çalışılmaktadır. Bunun en son örneğini Eylül 2013’de basına duyurulan YSGP eğitim raporunda gördük (2). Raporda eğitim sistemimiz üzerinde neo-liberalizmin etkisi çok yüksek olmasına rağmen eleştiriden muaf tutulmuş ancak sektörde taşeron çalışmanın sonlandırılması ve eğitimin parasız olması gerektiği dile getirilmiştir.

Solun temel değerlerinden olan ortaklaşmacılık/ komün düzeni de YSGP’de yer bulmuyor. Nitekim Gezi Direnişi sırasında 2-15 Haziran 1013 tarihleri arasında Gezi Parkında yaşayan binlerce insanın yaşam tarzı ortaklaşmacı/ komünal düzen iken veya en azından bu yapılmaya çalışılıyor ve kapitalizme alternatif bir düzenin prototipi kuruluyorken parti adına yapılan Gezi değerlendirmelerinde buna hiç yer verilmemiştir. YSGP’yi kapitalizme karşıt bir parti olarak değil onunla kısmen derdi olan bir parti olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Yazımın başlarında bahsettiğim dört adalet ilkesi içinde emek değerinin pratikte hatta söylemlerde bile yeterince karşılık bulmamasının en önemli sebebi bu görünmektedir.
YSGP’nin Gezi Direnişi sürecinin başından sonuna kadar izlediği politika ve yaklaşım sorunludur. Gezi Direnişi 27.05.2013 tarihinde başladığı halde partinin ilk basın duyurusu 30.05.2013 günü yapılmıştır (3). Üç günlük bu gecikmede bir yandan eylem tarzı olarak legal mücadelenin esas alındığı partide illegal bir direnişi destekleme konusunda tereddütün etkisi ve geleneksel sola atfedilen sokak eylemleri gerekse de eylemlerde ulusalcı katılımların çokluğu partinin tavrında gecikme yaratmış gibidir. Ancak üçüncü günün sonunda direniş tüm yurda yayılıp meşruluğunu pekiştirdikten sonra YSGP de direnişe eklemlenmiştir. Her ne kadar direnişe ekoloji, demokrasi ve özgürlükler bağlamından yakalanarak arka çıkılsa da direnişe katılım süreci gibi sonlanma süreci de sorunludur. Şöyle ki, AKP’nin Gezi Parkında yapmayı planladığı kışla  projesini referanduma götürme kararı ortaya çıktığında Gezi Parkının boşaltılması ve direnişin bitirilmesi fikri partide ağır basmıştır (4). Bu konuya değinmişken bağıntılı olarak  parti içinde en fazla önem verilen kavramlardan biri olan sivil toplumculuğu da ele almak gerekiyor. Gezi Direnişini topluma yatay olarak yaymak ve güçlendirmek seçeneği yerine legal bir kazanım ve ilerleme  olarak görülen referandum fikrinin YSGP içinde ağırlık kazanması aslında merkezi bir öneme sahip gibi görülen sivil toplumculuğun nasıl zayıf bir temele oturduğunu gösteriyor. Bu şekilde kitlesel ve meşru toplumsal hareketler parti tarafından sadece yasal alanda kazanım için araçsal bir niteliğe sahip sonucuna varıyoruz. Başka bir açıdan bakarsak toplumsal bir sorunun çözümü için istatistiksel eğilim, parmak demokrasisi gibi matematiksel yöntemleri esas almak tam da pozitivizmin ve modernitenin yol ve yöntemlerini kabul etmek değil midir?

Siyasal bir hareket olarak Yeşiller 1970li yıllarda avrupada boy gösterdi. Hem solun hem de sağın ekolojik sorunlara önem vermediği bu dönemde gezegenimizin yaşanamayacak derecede çevre sorunlarıyla ve iklim değişiklikleriyle karşı karşıya kalabileceğine dikkat çekerek böyle bir durumda ne liberalizmin ne de sosyalizmin anlamı kalmayacağı haklı söylemi üzerinden önemli sayıda destekçi de buldu. Yakın bir dönemde  hristiyan demokrat Angela Merkel’in Almanya’da nükleer reaktörlerin kapatılması programını açıklaması yeşil siyasetin sol içine olduğu kadar sağ içine de nüfuz ettiğinin önemli bir göstergesi ve başarısı sayılabilir. Ancak bu durum yeşil hareketin misyonunu tamamladığının da göstergelerinden biri olarak görülebilir. Yeşil siyasetin söylemleri günümüzde araçsal olmanın ötesinde içselleştirilmiş olarak hem solda hem de sağda sahiplenilebilmektedir.

Şimdi gene parti üzerindeki postmodernitenin ve postyapısalcılığın etkilerine geri dönelim ve parti tarafından sıkça dile getirilen ve uygulanmaya çalışılan “müzakereci demokrasi”nin ne anlama geldiğini irdelemeye çalışalım. Yapısalcılık toplumsal, ekonomik, kültürel ve dilsel yapıların özne üzerindeki etkisini belirleyici kabul eden bir anlayıştır şeklinde özetlenebilir. Bu çerçevede örneğin determinizm önemli bir kavramdır. Postyapısalcılık ise bunun tersine determinist etkiyi kabul etmez ve öznenin “yapı”lardan bağımsızlığına inanır. Bu sebeple örneğin tarihsel materyalizm ret edilir. Postyapısal tahayyül dünyasının özneleri yapılardan ve determinist etkilerden “bağımsız” oldukları için adeta boşlukta uçan/ yüzen öznelerdir. Toplumsal yaşam ise asgari düzeyde de olsa özneler arasında ortak bir doğru, ortak bir zemin gerektirir. Peki bunun ölçütü ne olacaktır? Ortak doğru nasıl belirlenecek, ölçütü ne olacaktır? Postyapısal tahayyül dünyasında nesnel ve bilimsel ölçütler olmadığı için boşlukta uçan/ yüzen bu siyasi özneler içinde hangisinin doğruyu söylediği, hangisinin gerçeğe parmak bastığı bilinemez. Hal böyle olunca bu siyasi öznelerin ortak doğruyu/ ortak zemini yaratmaları için geriye tek bir yol kalıyor: Müzakere. Ancak gerçek yaşamda yapılardan bağımsız siyasi özneler bulunmadığı için sadece müzakere ile toplumsal değişim sağlanamıyor. Türkiye’nin demokratikleştirilmesi AKP’nin müzakereler yoluyla doğru yola getirilmesi ve demokratikleştirilmesi çabasına indirgenmiş oluyor. Diğer yandan muhalefet sürekli uslu durma ve müzakere zeminini bozmama yönünde uyarılıyor veya en azından bu muhalefet eylemlerine destek alt seviyede tutuluyor. Örneğin Gezi direnişi sonrasında gelişen Ali İsmail Korkmaz’ın ve Ahmet Atakan’ın ölümleri ve benzeri sebeplerle gelişen meşru eylemler ve direnişler parti tarafından aktif olarak sahiplenilmemiş sadece polisin insan hakları ihlali yönünden ele alınmıştır. Direniş eylemleri özünde değil ifade özgürlüğü anlamında savunulmuştur (5).

YSGP’nin toplumsal nabzı yakalayamaması sadece emekçi sınıflar arasında değil gençlik içinde de zayıf kalmasına neden olmaktadır. Var olan porte büyük şehir yüksek eğitimli kesimlerinin entelektüel hareketi olarak görünmektedir. Parti, Türkiye ve dünya solunun geçmiş dönemlerde yaptığı hatalarının eleştirisine dayanan solun yeniden yapılanması değil tümden reddiyesidir. Her ne kadar parti adında “sol” sözcüğü bulunsa ve sol geleneklerden gelen yaşlı partililer sol değerleri parti içinde savunsa hatta en azından kongrelerde tek tük Mahir Çayan veya Fikri Sönmez fotoğrafları yer alsa da bunların artık parti içinde ölmeye yüz tutmuş sol kırıntıların son demleri olduğunu iddia etmek pek de haksızlık olmayacaktır düşüncesindeyim.

1) Postmodernizmi anlamak için bir kitap önerisi: Postmodernizm, Gencay Şaylan, İmge Kitabevi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder