28 Kasım 2013

Ali İsmail Korkmaz'ın Ölümüne Sebep Olan Liberal-Postmodern Eylemlilik

Hatırlanacağı üzere İstanbul'da başlayan Gezi Direnişi'ne yurdun büyük bir bölümünden destek gelmiş ve Eskişehir'de yapılan bir gösteri yürüyüşüne polisin saldırması sonucu ara sokaklara dağılan göstericilerden biri olan Ali İsmail Korkmaz kıstırılarak ve darp edilerek öldürülmüştü.

Peki, Ali İsmail Korkmaz'ın içinde bulunduğu gösteri topluluğu onun ölümüne sebep olmayacak şekilde düzenlenemez miydi? Son kertede Ali İsmail Korkmaz'ın ölüm sebebi resmi ve sivil faşistlerin saldırısı olsa da bu bizlerin o nihai kerteye giden yolda ara basamaklara, hazırlayıcı ortama müdahil olamayacağımız anlamına mı gelir?

Gezi Direnişi yurt genelinde çoğu zaman örgütlü olarak değil kendiliğinden (spontan) gerçekleştirildi. Bunun anlamı eylemleri organize eden, yönlendiren bir parti veya siyasi örgütün olmaması. Gezi Parkı'nda yapılan bir anket de katılımcıların büyük bir bölümünün bir parti veya örgüte bağlı olmadıklarını doğruluyor. Örgütlenemeyen ve merkezi bir irade yaratamayan topluluklar örneğin polis saldırısı olduğunda kitlenin ne yapacağı, geri çekilip çekilmeyeceği,  dağılmak mı gerektiği yoksa tekrar toparlanmak üzere bir noktaya mı yönlenilmesi gerektiği gibi konularda sıklıkla ortak irade gösteremedi.

Ali İsmail Korkmaz'ın içinde bulunduğu topluluk da polis saldırısı olduğunda örgütlü bir eylemlilik içinde bulunulmadığından dolayı farklı yönlere dağıldı. Topluluğu belli bir yönde geri çekilecek bir yere doğru yönlendiren merkezi bir idare yoktu. Dolayısıyla küçük gruplar halinde hatta bireysel olarak ara sokakalara dağılındı ve güç birliği bozuldu. Bunun yarattığı zafiyet ise bildiğimiz trajik sona yol açtı.

Direnişler neden örgütlü yapılamadı sorunun pek çok yanıtı olabilir. Örneğin 12 Eylül faşizminin yarattığı örgüt fobisini sayabiliriz. Cuntacılar sömürü düzeni karşısında en büyük tehlikeyi halkın örgütlenmesi olarak gördüğü için örgüt ve şiddeti özdeşleştirdi. Kendilerinden sonra gelen neoliberal hükümetler de kendi programlarını daha rahat yürütebilmek için bu mirası sahiplendiler. Günümüzde "örgüt" sözcüğü pek çokları için hala şiddeti çağrıştırıyor.

Diğer yandan bireyciliği hayatın merkezine alan liberal anlayış örgütlenme üzerinde olumsuz bir etki yaratıyor. Bir örgüte bağlı olmak, içinde bulunduğumuz neoliberal dönemde kişinin özgürlüğü için bir tehdit olarak algılatılmak isteniyor. Başı boş ve anlamsız bir hayat süren "özgür", toplumsal amaçları olan ve bu amaçlar için bir örgütlülük içinde yer alanlar özgürlüğünü kaybetmiş gibi gösteriliyor. Bu postmodern söylemler merkez yerine periferi, ilkelilik yerine kendiliğindenliği öne çıkarıyor.

Örgütlenme eksikliği Gezi Direnişi'nin en önemli eksiği idi. Bu eksiklik direnişin istenilen hedeflere ulaşması önünde bir engel oluşturdu. Ali İsmail Korkmaz'ın trajik sonuna giden yolda döşenen köşe taşlarından da biriydi. Kuşkusuz örgütlü bir mücadelede de ölümler yaşanabilir ve yaşanmıştır da. Ancak karanlık bir ara sokakta tek başına bir kurt sürüsünün içine düşmek daha dramatik olsa gerek.

07 Kasım 2013

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi üzerine eleştirel bir değerlendirme

Bu yazıda Türkiye siyaset sahnesine 2012 yılı sonlarında çıkan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin (YSGP) sol açıdan eleştirisini yapmaya çalışacağım. Yakın bir zamana kadar fahri üyesi olduğum YSGP hakkında beni böyle bir eleştiri/ irdeleme yazısı yazmaya yönelten toplumsal sorunlara çözüm arayışı olarak gördüğüm siyaset alanına katkıda bulunabilmek isteği.

YSGP, kuruluş sürecinde dışarıdan katılımlar alsa da esas olarak Yeşiller Partisi ve benim de içinden geldiğim Eşitlik ve Demokrasi Partisinin birleşmesiyle oluştu. Etnik ve dini azınlıkların, kadınların ve LGBTT bireylerin tanınma ve eşitlik taleplerini dile getiren, destekleyen ve mücadelesini veren diğer yandan ekolojik sorunlara karşı duyarlılık partinin olumlu tarafını oluşturuyor.

YSGP hakkında başlıca eleştirel söylemlerimi  partide yoğun şekilde postmodernist ve postyapısalcılık, meşruluğun değil legalliğin esas alınması, sınıf mücadelesinin terk edilmesi, dinsel muhafazakarlığa ve neoliberalizme karşı duruş sergilenmemesi, sivil toplumculuğun mitleştirilmesi oluşturuyor. Bu çerçevede YSGP siyasi yelpazenin sol liberal kısmında yer alıyor denilebilir.

YSGP "Su, ekmek, söz ve kimlik" sloganıyla simgeleştirdiği dört adalet ilkesiyle  sırasıyla ekoloji, emek, demokrasi ve tanınma adaletlerine atıfta bulunuyor. Dört adalet ilkesi arasında bulunmasına rağmen en az önem verilenin emek olduğu belirtmek gerekiyor. Bu bir tesadüf değil kuşkusuz. Partinin sınıf mücadelesini programından çıkarmış olmasının belirleyici bir yeri var. Partinin solun geleneksel değeri olan emeğe tali bir değer biçmiş olması bir dünya düzeni halini almış olan neoliberalizme karşı mücadeleyi zayıflatıyor ve adeta ekolojik alana indirgiyor. Diğer yandan bir işçi sendikası olan DİSK içinde örgütlü bir grup olarak var olunamaması, bir memur sendikası olan KESK içinde ise zayıf bir durumda var olunması şeklinde yaşama yansıyor.

Gerek yukarıda belirttiğim tespitleri gerekse YSGP’yi bir bütün olarak açıklayabilmek için öncelikle parti anlayışının eksenini oluşturduğunu düşündüğüm postmodernizm ve postyapısalcı felsefeye kısaca değinmek gerekiyor.
16. yy. da başlayan aydınlanma dönemi ve onun bir uzantısı ve yaşam biçim olarak kabul edilen modernite özellikle 20.yy.da dünya savaşları sonucunda on milyonlarca insanın ölmesi, tüketim toplumunun yarattığı yabancılaşma, reel sosyalizmin beklenileni verememesi, işsizlik, çevre kirliliği ve doğanın tahribatı gibi sebeplerle önemli ve dikkate alınması gereken eleştirilere uğradı. Bu eleştirel düşüncelerin birikimi 20.yy sonlarında postmodern ve postyapısalcı felsefelerin oluşmasına, belirginleşmesine ve gündeme oturmasına neden oldu. Başlıca Lyotard, Baudrillard, Deleuze, Derrida ve Foucault gibi felsefecilerle anılan postmodernizm ve postyapısalcılık gerçekliğin bilinemeyeceği, görecelik, bir metnin farklı okumalarına dayanan yapı sökümcülük, determinizmin reddi, büyük anlatıların reddi (Hıristiyanlık, Sosyalizm vb.), nesnelliğin yerine öznelliğin önem kazanması, bütünsellik yerine çok parçalılık gibi kavram ve söylemler çevresinde dönüyor (1). Postmodernite, modernizmin iki versiyonu olarak gördüğü kapitalist ve sosyalist versiyonlara eleştirel yaklaşır. Birbirine adeta düşman olan kapitalizm ve sosyalizmin aynı kefeye konmasının sebebi ise her ikisinin de aydınlanma çağının çocukları olması, akla ve bilime merkezi bir önem atfetmeleri.

Postmodernitenin modernite eleştirisi her ne kadar doğru noktalara parmak bassa da eleştirdiği sistemlere alternatif bir sistem geliştirememesi en büyük zaaflarından birini oluşturuyor. Postmodernitenin yarattığı bu durum dinsel akımlara büyük bir fırsat yaratıyor. Dinsel akımların da modernite eleştirisi yaptığını biliyoruz. Oysa modernitenin kökü aydınlanma çağının akıl ve bilime biçtiği önemden geliyor. Aklın ve bilimin doğrunun ölçütü olmaktan çıkarıldığı bir dünyada dinsel mitosların önünde hiç bir ciddi engel kalmıyor. Dünyamızda son otuz yıldır postmodernizmin yıktığı ama yenisini yapamadığı alan dinsel akımlar tarafından (premodernite) dolduruluyor. Dinselliğin sadece Türkiye’de değil dünya genelinde yükselişte olmasının önemli nedenlerinden biri de bu olsa gerek.

YSGP postmodern düşüncenin Türkiye’de en etkin olduğu siyasi partilerden biri, belki de en başında. Partinin mücadele verdiği hedef premodernite sayılabilecek dinsel muhafazakarlık değil modernite. Dinsel inançlara saygı adı altında dinsel muhafazakarlığın toplumda yarattığı yıkımlar önemsenmezken tek tipçilik, ulus devlet, kapitalizmin yarattığı çevre ve doğa tahribatı, sosyalizm eleştirisi gibi moderniteye özgü sorun ve kavramlar önemseniyor. YSGP’yi oluşturan iki ana grup olan Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) ve Yeşiller Partisi’nin 12 Eylül 2010 referandumunda “Hayır” oyu yönünde irade beyan etmemelerinin nedeni moderniteyle birlikte anılan ulus devletçiliğe karşı muhafazakarlarla itifaka girmek (EDP) veya hiç olmazsa engel olmamak (Yeşiller) olarak yorumlanabilir.
Modernitenin bir ürünü olarak kapitalizmin eleştirisinin YSGP için ne anlama geldiği üzerinde biraz duralım. Parti her ne kadar programatik metninde ve seyrek de olsa bazı bildirilerinde kapitalizmin eleştirisini yapıyor ise de bunun sosyalistlerin ve komünistlerin kapitalizm eleştirisinden çok önemli farkı olduğunu belirtmek gerekiyor. Sosyalistler ve komünistler kapitalizme bir sistem olarak tümden karşıdır ve alternatif bir projeleri vardır, bunun için mücadele ederler. Oysa YSGP kısmi hem bir kapitalizm eleştirisi yapmakta ve alternatif bir sosyoekonomik sistem modeli sunmamakta. Kapitalizm bir sistem bütünü olarak tarihsel ve ideolojik bağlamda eleştirilmemekte sadece yarattığı çevre ve doğa tahribatı yönünden kısmen ise yoksulluk ve eşitsizlik bağlamında pragmatik eleştiriye tabi tutulmakta.
Peki modernitenin veçhelerinden biri ve halde günümüz kapitalizminin ideolojisi olan neo-liberalizm neden YSGP’nin başlıca mücadele hedeflerinden birini oluşturmuyor? Bunun nedenini neo-liberalizm bir modernite tasarımı olmasına rağmen hakkında çelişik düşüncelerinin var olmasıyla açıklayabiliriz. Neo-liberalizm bir yanıyla yoksulluk, eşitsizlik, ekolojik yıkım nedeniyle eleştirilirken diğer yanıyla bir otoriterizm simgesi olan ulus devleti çözmesi ve yıkıma uğratması, devlet merkezciliğin yerine birey merkezciliği getirmesi bakımlarından olumlu görülmektedir. Bu çelişik durumun altından kalkabilmek için bir ideoloji olarak neo-liberalizm değil onun çeşitli alanlarda yarattığı tahribat pragmatik düzeyde ele alınarak çözülmeye çalışılmaktadır. Bunun en son örneğini Eylül 2013’de basına duyurulan YSGP eğitim raporunda gördük (2). Raporda eğitim sistemimiz üzerinde neo-liberalizmin etkisi çok yüksek olmasına rağmen eleştiriden muaf tutulmuş ancak sektörde taşeron çalışmanın sonlandırılması ve eğitimin parasız olması gerektiği dile getirilmiştir.

Solun temel değerlerinden olan ortaklaşmacılık/ komün düzeni de YSGP’de yer bulmuyor. Nitekim Gezi Direnişi sırasında 2-15 Haziran 1013 tarihleri arasında Gezi Parkında yaşayan binlerce insanın yaşam tarzı ortaklaşmacı/ komünal düzen iken veya en azından bu yapılmaya çalışılıyor ve kapitalizme alternatif bir düzenin prototipi kuruluyorken parti adına yapılan Gezi değerlendirmelerinde buna hiç yer verilmemiştir. YSGP’yi kapitalizme karşıt bir parti olarak değil onunla kısmen derdi olan bir parti olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Yazımın başlarında bahsettiğim dört adalet ilkesi içinde emek değerinin pratikte hatta söylemlerde bile yeterince karşılık bulmamasının en önemli sebebi bu görünmektedir.
YSGP’nin Gezi Direnişi sürecinin başından sonuna kadar izlediği politika ve yaklaşım sorunludur. Gezi Direnişi 27.05.2013 tarihinde başladığı halde partinin ilk basın duyurusu 30.05.2013 günü yapılmıştır (3). Üç günlük bu gecikmede bir yandan eylem tarzı olarak legal mücadelenin esas alındığı partide illegal bir direnişi destekleme konusunda tereddütün etkisi ve geleneksel sola atfedilen sokak eylemleri gerekse de eylemlerde ulusalcı katılımların çokluğu partinin tavrında gecikme yaratmış gibidir. Ancak üçüncü günün sonunda direniş tüm yurda yayılıp meşruluğunu pekiştirdikten sonra YSGP de direnişe eklemlenmiştir. Her ne kadar direnişe ekoloji, demokrasi ve özgürlükler bağlamından yakalanarak arka çıkılsa da direnişe katılım süreci gibi sonlanma süreci de sorunludur. Şöyle ki, AKP’nin Gezi Parkında yapmayı planladığı kışla  projesini referanduma götürme kararı ortaya çıktığında Gezi Parkının boşaltılması ve direnişin bitirilmesi fikri partide ağır basmıştır (4). Bu konuya değinmişken bağıntılı olarak  parti içinde en fazla önem verilen kavramlardan biri olan sivil toplumculuğu da ele almak gerekiyor. Gezi Direnişini topluma yatay olarak yaymak ve güçlendirmek seçeneği yerine legal bir kazanım ve ilerleme  olarak görülen referandum fikrinin YSGP içinde ağırlık kazanması aslında merkezi bir öneme sahip gibi görülen sivil toplumculuğun nasıl zayıf bir temele oturduğunu gösteriyor. Bu şekilde kitlesel ve meşru toplumsal hareketler parti tarafından sadece yasal alanda kazanım için araçsal bir niteliğe sahip sonucuna varıyoruz. Başka bir açıdan bakarsak toplumsal bir sorunun çözümü için istatistiksel eğilim, parmak demokrasisi gibi matematiksel yöntemleri esas almak tam da pozitivizmin ve modernitenin yol ve yöntemlerini kabul etmek değil midir?

Siyasal bir hareket olarak Yeşiller 1970li yıllarda avrupada boy gösterdi. Hem solun hem de sağın ekolojik sorunlara önem vermediği bu dönemde gezegenimizin yaşanamayacak derecede çevre sorunlarıyla ve iklim değişiklikleriyle karşı karşıya kalabileceğine dikkat çekerek böyle bir durumda ne liberalizmin ne de sosyalizmin anlamı kalmayacağı haklı söylemi üzerinden önemli sayıda destekçi de buldu. Yakın bir dönemde  hristiyan demokrat Angela Merkel’in Almanya’da nükleer reaktörlerin kapatılması programını açıklaması yeşil siyasetin sol içine olduğu kadar sağ içine de nüfuz ettiğinin önemli bir göstergesi ve başarısı sayılabilir. Ancak bu durum yeşil hareketin misyonunu tamamladığının da göstergelerinden biri olarak görülebilir. Yeşil siyasetin söylemleri günümüzde araçsal olmanın ötesinde içselleştirilmiş olarak hem solda hem de sağda sahiplenilebilmektedir.

Şimdi gene parti üzerindeki postmodernitenin ve postyapısalcılığın etkilerine geri dönelim ve parti tarafından sıkça dile getirilen ve uygulanmaya çalışılan “müzakereci demokrasi”nin ne anlama geldiğini irdelemeye çalışalım. Yapısalcılık toplumsal, ekonomik, kültürel ve dilsel yapıların özne üzerindeki etkisini belirleyici kabul eden bir anlayıştır şeklinde özetlenebilir. Bu çerçevede örneğin determinizm önemli bir kavramdır. Postyapısalcılık ise bunun tersine determinist etkiyi kabul etmez ve öznenin “yapı”lardan bağımsızlığına inanır. Bu sebeple örneğin tarihsel materyalizm ret edilir. Postyapısal tahayyül dünyasının özneleri yapılardan ve determinist etkilerden “bağımsız” oldukları için adeta boşlukta uçan/ yüzen öznelerdir. Toplumsal yaşam ise asgari düzeyde de olsa özneler arasında ortak bir doğru, ortak bir zemin gerektirir. Peki bunun ölçütü ne olacaktır? Ortak doğru nasıl belirlenecek, ölçütü ne olacaktır? Postyapısal tahayyül dünyasında nesnel ve bilimsel ölçütler olmadığı için boşlukta uçan/ yüzen bu siyasi özneler içinde hangisinin doğruyu söylediği, hangisinin gerçeğe parmak bastığı bilinemez. Hal böyle olunca bu siyasi öznelerin ortak doğruyu/ ortak zemini yaratmaları için geriye tek bir yol kalıyor: Müzakere. Ancak gerçek yaşamda yapılardan bağımsız siyasi özneler bulunmadığı için sadece müzakere ile toplumsal değişim sağlanamıyor. Türkiye’nin demokratikleştirilmesi AKP’nin müzakereler yoluyla doğru yola getirilmesi ve demokratikleştirilmesi çabasına indirgenmiş oluyor. Diğer yandan muhalefet sürekli uslu durma ve müzakere zeminini bozmama yönünde uyarılıyor veya en azından bu muhalefet eylemlerine destek alt seviyede tutuluyor. Örneğin Gezi direnişi sonrasında gelişen Ali İsmail Korkmaz’ın ve Ahmet Atakan’ın ölümleri ve benzeri sebeplerle gelişen meşru eylemler ve direnişler parti tarafından aktif olarak sahiplenilmemiş sadece polisin insan hakları ihlali yönünden ele alınmıştır. Direniş eylemleri özünde değil ifade özgürlüğü anlamında savunulmuştur (5).

YSGP’nin toplumsal nabzı yakalayamaması sadece emekçi sınıflar arasında değil gençlik içinde de zayıf kalmasına neden olmaktadır. Var olan porte büyük şehir yüksek eğitimli kesimlerinin entelektüel hareketi olarak görünmektedir. Parti, Türkiye ve dünya solunun geçmiş dönemlerde yaptığı hatalarının eleştirisine dayanan solun yeniden yapılanması değil tümden reddiyesidir. Her ne kadar parti adında “sol” sözcüğü bulunsa ve sol geleneklerden gelen yaşlı partililer sol değerleri parti içinde savunsa hatta en azından kongrelerde tek tük Mahir Çayan veya Fikri Sönmez fotoğrafları yer alsa da bunların artık parti içinde ölmeye yüz tutmuş sol kırıntıların son demleri olduğunu iddia etmek pek de haksızlık olmayacaktır düşüncesindeyim.

1) Postmodernizmi anlamak için bir kitap önerisi: Postmodernizm, Gencay Şaylan, İmge Kitabevi

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi eğitim raporu eleştirisi

Geçtiğimiz ay Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSGP) eğitim raporunu kamuoyuna duyurdu. Yazımda aşağıdaki link üzerinden ulaşılabilecek raporun eleştirisini yapmaya çalışacağım.


Rapor eğitim sistemimizde sorun oluşturan durumların tespitinde ve çözüm önerilerinde kısmen başarılı gözükse de anlamlı bir bütüncül yaklaşımı yakalayamaması gözüme çarpan ilk olumsuzluğu oldu.

İlk paragrafta eğitim sisteminin sermayenin çıkarları doğrultusunda biçimlendirdiği ifadesi yer alsa da bunun tarihsel arka planının verilmemesi, siyasal ve ideolojik bağının kurulmaması, söz konusu ifadenin altının doldurulmaması ve pek de anlam kazanmaması olarak görünüyor. Bu ilişkilendirmeyi kuramayan rapor, eğitim sistemindeki sorunları adeta bağımsız “kendi halinde sorun” olarak tanımlıyor.

Günümüz eğitim sistemini biçimlendiren iki ideoloji olan neo-liberal ideoloji ve İslami ideoloji raporda hiç yer bulmamış. Neo-liberal ideolojinin kendisine değil sadece eğitimde özelleştirme ve taşeronlaştırma pratiklerine eleştiride bulunulmuş. Dolayısıyla yazarların neo-liberal ideoloji aslında pek çok yönüyle olumlu ancak eğitimde özelleştirme ve taşeronlaştırma pratikleri ile olumsuz bu sebeple neo-liberal ideolojiyi bir bütün olarak eleştirmeyelim sadece bu pratikleri açısından eleştirelim şeklinde düşündükleri algısı oluşuyor. Neo-liberal eğitim sistemi önceki ulus devletçi eğitim modeline göre daha fazla birey/öğrenci merkezli, daha fazla proje bazlı ödevlere ve yapıcılığa önem veriyor ve bunlar bir bakıma ilerleme olarak görülebilse de amacın serbest piyasanın rekabetçi ortamına eleman yetiştirmek olduğu göz önüne alınırsa eleştirilmek zorunda olduğu anlaşılacaktır. Doymak bilmeyen kapitalist sermaye birikimi rejimine yaratıcı elemanlar gereksinimiyle "yaratıcı" çocuklar yetiştirmeye çalışan neo-liberal eğitim sisteminin bu göz boyaması raporda yer bulmuyor.

Devletin tüm dinlere karşı eşit mesafede ve işlevlerinde dinsel referanslara dayanmaması ancak bireylerin dinsel inanç ve ibadetlerine müdahil olmaması şeklindeki özgürlükçü laiklik anlayışı da raporda yer almamış. Oysa var olan eğitim sisteminde eğitimde dinsel referansların arttığı ve devletin din ve mezheplere eşit mesafede durmadığı çok açık ortada. Raporun yazarları dinsel inançlara saygı adına devletin sünni İslam inancını meşrulaştırmasında sakınca görmemiş. Sadece diyorlar ki diğer din ve mezheplere de yer verin. İmam Hatipler de var olabilir yeter ki tek tipçi eğitim olmasın. Oysa devlet dinsel eğitim vererek dinleri meşrulaştırmakla değil bu işlevi sivil topluma yüklemekle mükelleftir. Din eğitimi değil ancak Dinler Tarihi dersi verebilir. Demokratik ve özgürlükçü laik bir devlet bunu yapmalıdır.
Rapor, eğitim sisteminin temel sorununu 12 Eylülün kurumsallaştırdığı tektipçi anlayış olarak görüyor. Böylece neoliberal ideoloji ve İslami ideolojinin etkisi göz ardı edilirken başat özelliği ulusalcı otokratik devletçilik olan 12 Eylül rejimi tek yanlı olarak vurgulanıyor. Bu şekilde raporda neden neo-liberalizmin bir ideoloji olarak eleştirilmediğini anlamış oluyoruz: Neoliberal dönüşümler 12 Eylülün ulusalcı yapılarını çözmekte olduğu için faydalıdır. Bu ifade raporda doğrudan yer almasa da böyle bir anlayışın hakim olduğu hissedilmekte. Şu durumda neo-liberalizm hakkında çelişik düşünceler ortaya çıkmış oluyor. Bir yanıyla devlet merkezciliğini ve ulusalcılığı çözmekte olması nedeniyle olumlu diğer yandan eğitimde özelleştirmeler, fırsat eşitsizliği ve taşeronlaştırma nedeniyle olumsuz. O halde neo-liberal ideoloji karşısında nasıl bir tavır alacağız? İşte çelişik tespitler sebebiyle raporda belli tavır konulamamış. Bu sebeple neo-liberal ideoloji konusunda duruş sergilemek yerine pragmatik düzeyde tekil olgular ele alınmış.
Asıl düşmanın ulusalcılık ve 12 Eylül rejimi olarak tanımlanması neo-liberalizme karşı tutarlı bir duruşu engellediği gibi dinsel gericiliğe karşı duruşu da engellemiş görünüyor. Nasıl ki neo-liberal dönüşümler ulus devlet yapılarını çözüyorsa dinsel gericilik de ulus devleti çözmekte olduğu için raporda eleştiriden muaf kalmış. Bir de tektipçilikten vazgeçseler yeter!

Raporda eğitimin bilimsel esaslara dayandırılması soyut bir talep olarak yer alırken küresel muhafazakarlığın saldırısı altında olan evrim teorisi sahiplenilmiyor. Bir doğa bilimleri kolu olan biyoloji derslerinde evrim teorisinin çok kısa geçilip "buna alternatif bir görüş olarak tanrısal yaratıcılığın da olduğu" şeklindeki öğretim eleştirilmiyor.
Rapor eğitimde tektipçi anlayışa karşı çıkması, cinsiyet ayrımcılığına dikkat çekmesi, taşeronlaşma ve özelleştirmelere karşı duruşu gibi olumlu içeriklere sahip. Ancak neo-liberalizme ve dinsel gericiliğe karşı duruş sergilememesi, bütünsel bir anlayıştan uzaklığı ve pragmatik yaklaşımı sebepleriyle eleştirilmeyi hak ettiği görüşündeyim.

2010 referandumu üzerine bir öz eleştiri

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi'nin (YSGP) Yeşiller Partisi bileşeni 2010 Referandumu öncesinde konuyu değerlendirmiş ancak "evet", "hayır" veya boykot yönünde bir parti kararı çıkarmamayı, üyelerini bu konuda serbest bırakmayı tercih etmişti. AKP paketi hukuka ve referandum mantığına aykırı olarak tek parça olarak halkoyuna sunma kurnazlığına başvurmuştur deniliyordu.

YSGP bileşeni olan ve benim de kendimi içinde hissettiğim Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) ise "AKP Zihniyetine Hayır, Referandumda Evet" sloganı altında "evet" kararı almıştı. O dönem başta Taraf gazetesi, Genç Siviller ve DSİP "Yetmez ama evet" sloganıyla propaganda yürüttüklerinden ve evetçilerin bu bileşenleri medyaya daha fazla yansıdığı için bizler de kamuoyunda "Yetmez ama evetçi" olarak anıldık.

Aradan geçen üç yıldan sonra 2010 Referandum kararının genel bir değerlendirmesini sonuçların siyasal, toplumsal yaşamımızdaki etkilerini de gözleyerek yapmayı faydalı görüyorum. Bu, politik ve ideolojik gelişimin en önemli unsurları olan eleştiri ve öz eleştiri mekanizmalarının işlerliği açısından gerekli olduğu gibi topluma ve devlete sık sık ve haklı olarak "Tarihle Yüzleşme" çağrısı yapan bir siyasal kesimin kendi iç tutarlılığı açısından da gerekli görünüyor.

AKP'nin 2002-2010 tarihleri arasındaki  politikaları ile 2010-2013 arasındaki politikalarını kıyaslarsak 2010 sonrası politikalarının çok daha pervasız ve otoriter olduğunu, kaba ve provakatif dil kullanımının arttığını, devlet şiddetinin egemenlik aracı olarak daha fazla kullanıldığını görüyoruz. AKP'nin anti-demokratik politikalarının 2010 sonrasında artmasını Anayasa Mahkemesi ve Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulunu (HSYK) ele geçirmesi dışında gerekçelere dayandırmak pek mümkün görünmüyor. Üzerinde Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın gözlerini hissetmeyen AKP egemenlik alanlarını pervasızca genişletirken her türlü muhalefeti baskı ve şiddet yoluyla sindirmeye çalışıyor.
Türkiye demokrasisi bırakın biraz olsun ilerlemeyi referandum sonrası daha da gerilemiş ve her alanda içler acısı tablo sergilemiştir. Bu tabloyu referandumda verilen "evet" oyunun yaşam tarafından bizi yanlışladığı olarak yorumlamak gerekiyor.

Referandum öncesinde gerek Anayasa Mahkemesi gerekse HSYK Kemalist vesayet rejimini koruma amacıyla yapılandırılmıştı. Adeta kast benzeri yapılandırıldığı için seçimle gelen iktidarların nüfuzundan önemli ölçüde korunuyorlardı. Referandum kast benzeri yapıyı dağıtıp tabanın belirleyiciliğini görece artırdığı için daha ileri bir adımmış gibi görünse de aslında biçimsel bir demokrasiden öte değildi. Buradaki "demokrasi" çoğunluk diktasını sağlamak üzere bir araca indirgendiğinden gerçek bir demokrasi olarak görülmemeliydi.

Gerek Ergenekon davaları sonucunda gerekse 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde e-muhtıra veren genelkurmay blöfünün AKP tarafından görülmesi sonucunda ordunun pasifize olduğunu göz önünde bulundurursak, 2010 yılına geldiğimizde sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmaması ve askerlerin ağır ceza suçlarından dolayı sivil mahkemelerde yargılanma yolunun açılması gibi referandum maddeleri kazanım olmakla birlikte devlet erkini tamamen AKP'ye devreden diğer referandum maddelerinin gölgesinde kaldığını da kabul etmek gerekiyor.

12 Eylül askeri darbesi sorumlularının yargılanma yolunun açılması ise halen o dönemin anti-demokratik yasalarını kendi lehine kullanan (seçim barajı, memura grev ve siyaset yasağı, YÖK vb.) ve darbecilerin kullandığı politika ve dile gittikçe daha çok benzeşen bir partinin hakimiyetinde çok anlam kazanamadı.

Bir bütün olarak referandum paketi teraziye koyulduğunda olumsuzluk kefesi çok daha ağır bastı. Peki böyle olduğu halde bizleri "evet" oyu vermeye iten etkenler nelerdi? Bu soruyu en azından kendi açımdan yanıtlamaya çalışacağım.

Bizlerin "evet" tercihinde etken olan siyasal, ideolojik, felsefi ve sosyo-psikolojik nedenlerden bahsedebiliriz:

a) O dönem Türkiye siyasal yaşamının özgürlükçü sol tarafından tahlilini kabaca özetlemek gerekirse solun toplumda çok küçük bir yüzdeye sahip olması ve böyle bir niceliksel zayıflığa ilaveten solun önemli bir bölümünün ulusalcı soldan veya onun nüfuz alanı içindeki soldan olmasından dolayı niteliksel bir zayıflığı da söz konusu idi. Toplumsal değişimin öznesi ulusalcı sol olmamalıydı, bu özne henüz biz de olamazdık çünkü zayıf durumdaydık, sivil toplumda ise ciddi  ve kitlesel bir direniş yoktu. Bunlardan hiç biri toplumsal değişimin öznesi olacağa benzemiyordu ve bu özne dışarıda arandı. Kemalist vesayet rejimi tarafından ezilen bir toplumsal kesim olan muhafazakarları temsil eden AKP tam bir demokrasiyi getiremezdi zaten bunun için "AKP zihniyetine hayır..." sloganımızda yer bulmuştu. Ancak demokrasinin az da olsa ileri gideceği hiç olmazsa Kemalist vesayet rejiminin sonlanacağı ve bunun olumlu olacağını umduk. Dolayısıyla toplumsal değişimin öznesini geçici de olsa kısmi de olsa AKP olarak belirledik. Geldiğimiz noktada özellikle Gezi Direnişi gösterdi ki bu toplum toplumsal değişimin öznesi olabilirmiş. Değişimin öznesini halkta, halkın kitlesel direnişlerinde aramak gerekiyormuş. Bunun içinse bu halk direnişini geçmişten bu güne hazırlamak için çalışmak gerektiğini gördük. Demokrasiyi kurmak için aldatmacalı referandumların değil halkın demokratik ve barışçıl direnişlerinin ne kadar önemli bir etken olduğunu anladık.

b) İdeolojik anlamda özgürlükçü sol gerek 20. yy. reel sosyalist devletlerinde görülen otoriter "sosyalist" rejimlere gerekse merkeziyetçi sol örgütlenme modeline karşı alternatif olarak gelişti. Bu anlamda sol ideolojiye entegre edilen özgürlükçülük parametresiyle daha insancıl bir model öngörüldü. Ancak siyasal değerlendirmelerde özgürlük parametresinin zaman zaman fazla öne çıkması otoriteye karşı mücadele veren siyasal hareketlere sempati duyulması ama diğer parametrelerin gözardı edilmesi sonucunu da yarattı. Çünkü özgürlükçülük özellikle kendini otoriteye karşı başkaldırıda tanımlar. Toplumsal hareketlerin tahlilinde çok sayıda parametrenin göz önünde bulundurulması gerektiği düşünülürse bunun her zaman sağlıklı sonuç doğurmayacağı öngörülebilir. Örneğin Suriye iç savaşında Esed diktasına karşı verilen direniş hareketi ilk dönemler itiraf etmeliyim ki bende ve kısmen özgürlükçü sol içinde dikkate değer bir sempati ve hatta destek (Bkz. Chris Stephenson) yarattı. Oysa sonradan anladık ki ÖSO olarak anılan hareket en az Esed kadar anti-demokratik en az onun kadar şiddet ve terör yanlısı. Benzer şekilde Kemalist otoritarizme karşı İslamcıların kararlı muhalefeti, silahlı yolu seçmemelerinin de etkisiyle, kimimizin zihninde hiç olmazsa 2010'a kadar özgürlük kavramını çağrıştıran bir illüzyon yarattı diyebiliriz. Tüm bunlarda özgürlükçü sol ideolojinin yanlış yorumlanmasının etkisi olduğunu düşünüyorum.

c) Felsefi anlamda moderniteye karşı postmodernite eğiliminin özgürlükçü sol ve yakın çevresine nüfuzu "Yetmez ama evet" anlayışına yönelmenin etkenlerinden biri daha oldu. Modernitenin özellikle 20. yy içinde endüstrileşme ve onun getirdiği çevre tahribatı, iki dünya savaşında milyonlarca insanın ölmesi, kentlerde yalnızlaşan insanlar ve bilim karşısında insanın nesneleşmesi gibi olgular yüzyılın sonlarına doğru postmodernist tepkiyi güçlendirdi. Modernitenin postmodernite tarafından lanetlenmesi pek çok demokrat ve aydın tarafından sempatiyle karşılandı. Bu ise moderniteyi lanetleyen bir diğer kesim olan dindar muhafazakarlar ile yakın mevzileri paylaşma sonucunu getirdi. Oysa J. Habermas'ın dediği gibi modernite yarım kalmış bir projeydi. Dünyada çıkışı akıl, bilim, özgürlük, eşitlik gibi söylemler olan modernite bir süre sonra rayından çıkmış ve araçsal aklın yörüngesine girmişti. Moderniteyi ona karşı eleştirel dili bırakmamakla birlikte tekrar rayına sokmak gerekiyordu. Moderniteye karşı postmodernist cepheden bir hücum ancak dindar muhafazakarları güçlendirir diyor J. Habermas.

Referandum döneminde postmodern felsefenin bazı yazar ve aydınlarda güçlü etkileri modernist sola karşı bir hücum salvosu şeklinde yansıdı ve "yetmez ama evet"in seçiminde etkenlerden biri oldu.

d) Sosyo-psikolojik etken "evet" oyu vermede kısmi etkide olsa da bahsetmeden geçmemek gerekiyor. 12 Mart ve özellikle 12 Eylül hapishanelerini, işkencelerini yaşayan veya şahit olan devrimciler ve demokratlar elbette bunun ruhsal travmalarını da yaşadılar. Gayet anlaşılır olan bu ruhsal travma zaman zaman gözlediğime göre bazı kişilerde çok daha derinlere nüfuz etmiş, atlatılamayan ve adeta sürekli kanayan bir yara durumunda. Öyle ki 12 Eylül darbecilerinin yargılanarak ceza alması diğer isteklerinin yanında çok daha önemli durumda. İşte böyle bir haleti ruhiyede bir referandum paketini bütünsel ve objektif olarak değerlendirme kimimizce mümkün olmadı ve darbecilerin yargılanacağına dair ifadenin pakette yer alması evet oyu için yeterli kıstas oldu.

Kuşkusuz yazdığım öz eleştirinin ana teması ve yer alan bazı ifadeler daha o dönemde sol içinde bize yönelik eleştirilerde yer alıyordu. Ancak aradan geçen zamanda yaşananların gözlemi ve evetçilerden biri olarak buradan bakış açımın katkısıyla yeni bir tahlilin faydalı olacağına inandığım için bu yazıyı yazdım.

Yetmez ama evetçi kesimler 2010 referandumundaki anlayışlarını tekrar tahlil etmeli, bu yakın geçmişimizle yüzleşilmeli. Aksi takdirde 1938 veya 1915 için devlete ve topluma yüzleşme çağrısı yapan bizlerin tutarlılık sorunu oluşacaktır.

Gezi Direnişi ile yeşeren umutlarımız daha fazla çalışmamız, üretmemiz, eleştirmemiz ve özeleştiri süzgecinden geçmemiz için gerekli enerjiyi, motivasyonu sağlamışsa bu zor da olmamalıdır.

Sağlığımız sağlık piyasasına emanet



Pek çoğumuz paralarımızı borsa denilen, arz-talep dengelerine ve kar güdüsüne dayalı kuruma yatırmayı kanıksadık. Peki sağlığımızı da arz-talep dengelerini gözeten kar güdümlü hastanelere ve diğer sağlık kurumlarına emanet etmeyi kanıksadık mı? 

Türkiye’de liberal kapitalizmin gelişmesi ile birlikte özellikle 1990’lı yıllardan itibaren özel hastaneleri sıkça görmeye başladık. 2002 yılında başlayan AKP iktidarında ise bu liberal politikalar sağlık hizmetlerini kamusal alanda veren kurumların da piyasa ilkelerine göre işlemesini sağlayacak şekilde genişletildi. Sağlıkta Dönüşüm Projesi (SDP) kapsamında kamu sağlık hizmeti veren kurumlar kısmen nitelik daha ziyade ise nicelik olarak eskisine oranla çok daha “verimli” çalışmaya başladılar. Öyle ki örneğin kamu kurumlarında çalışan diş hekimlerinin SDP döneminde yaptığı tedaviler önceki dönemde yaptıklarının dört katı civarında olduğu tahmin ediliyor. Diğer kamu sağlık kollarında da benzeri durum gözleniyor. Bu ise gerek pek çok hastayı gerekse sağlık bakanlığı ve hükümet yetkililerini memnun etmiş görünüyor. Hekim ücretlerindeki artışlar da göz önünde bulundurulduğunda her kesimin mutlu olduğu bir balayı tablosundan bahsedilebiliriz. Balayı sonrasına gelmeden evvel SDP sürecinin gelişiminden kısaca bahsedelim. 
Dünyada 1970’li yıllardan itibaren kendini gösteren neo-liberalizm Türkiye’de 1980 askeri darbesi ile ezilen sosyalistlerin güçsüz olduğu dolayısıyla muhalefet edemediği dönemde Turgut Özal tarafından uygulanmaya başladı. Özelleştirmelerin ve piyasacılığın kutsandığı bu neo-liberal anlayışın günümüzdeki en güçlü temsilcisi ise AKP.

AKP hükümeti Özal’ın çizgisini devam ettirdi, kamu kurumlarını özelleştirmeye devam ederek bu konuda bir “rekor” da kırdı. Özelleştirmeleri ve piyasacılığı kamu sağlık hizmetleri sektörüne de yaydı. Hükümetin Sağlıkta Dönüşüm Projesi olarak andığı değişiklikler 2003 yılından beri kademeli şekilde uygulandı ve artık sona yaklaşıldı. Şu an SDP’nin tamamlanmayan üç önemli ayağı var görünüyor. Birincisi aile hekimliği uygulamasında sevk zincirinin işlemesi. İkincisi Kamu Hastane Birlikleri Yasası. Üçüncüsü ise Genel Sağlık Sigortası (GSS) primlerinin alınmaya başlanması. Her üçünün uygulamaya sokulması için 12 Haziran seçimlerinin yapılması bekleniyor. Hükümet gerek halktan gerekse sendikalardan gelebilecek olumsuz tepkileri tahmin ettiği için seçim öncesi bunları uygulamaktan çekiniyor.

SDP ile önceki sağlık sisteminde gözlenen verim düşüklüğü piyasacı mekanizmalar yardımıyla çözülmek isteniyor. Bu mekanizmalar gerek sağlık kurumları arasında rekabet yaratmak gerekse her bir kurum içindeki sağlık çalışanları arasında rekabet yaratmaya ve bu şekilde performans artışı sağlamaya dayanıyor. Hükümet şimdilik kamu sağlık kurumlarının sadece bu çerçeve içinde değişikliğe uğrayacağını ve özelleştirmelerinin düşünülmediğini ifade etse de özellikle yüksek performans yakalamış olan devlet hastanelerinin veya Ağız ve Diş Sağlığı Merkezleri’nin (ADSM) özel firmaların iştahını kabartmayacağını ve satılamayacağını iddia etmek fazla iyimserlik olur. 

Performansa dayalı ücretlendirmenin kamu sağlık kurumlarında uygulamaya sokulması ile birlikte sağlık hizmetleri metalaştırılmış oldu. Hastalar müşteri, hastaneler işletme oldu. Hastalar bir insan olarak değil kar getirici objeler olarak değerli sayıldı. Bu “değer” artışı yukarıda bahsettiğim balayı portresinin esasıdır. Kar güdüsüyle çalıştırılan sağlık çalışanları şimdilik hizmet balonunu şişiriyor. Ancak sadece hizmet miktarı değil toplum sağlığındaki iyileşmeyle oranlandığında çok daha yüksek oranda sağlık harcamaları şişiyor. Yüksek performans puanı tutturularak kurum içinde döner sermaye havuzundan daha fazla pay alınması teşvik ediliyor. Bu ise sağlık çalışanlarının gereksiz tedaviler, tahliller, röntgen ve benzeri girişimlere yönelmesine meyil veriyor. Bu ise hem insan sağlığını olumsuz etkiliyor hem de sağlık harcamalarında gereksiz bir artışa sebep veriyor. Bu gereksiz artış en fazla ilaç ve tıbbi malzeme ithalatçısı firmaların işine yarıyor. 

Halkın büyük bir bölümü bu “hizmet” artışından şimdilik gayet memnun görünüyor. Ancak gittikçe artan sayıda hasta SDP ile getirilen sistemden şikayet ediyor. Performans sistemi çalışanlar arasındaki iş barışını da bozuyor. 
Söz konusu sorunlar Türk milletinden kaynaklanmıyor çünkü SDP ile getirilen sistem özellikle 1980’li ve 90’lı yıllarda avrupada ve dünyanın pek çok yerinde uygulanmış ve benzeri sonuçlar elde edilmiş. İşte bazı çarpıcı örnekler:

- Amerikalı hekimler İsveçli meslektaşlarına oranla iki kat daha fazla sezaryen yapıyorlar.* 
- Amerikalı hekimler İsveçli meslektaşlarına oranla 4.4 kat daha fazla koroner bypass ameliyatı yapıyorlar. (OECD Sağlık verileri, 1997) 
- Amerikalı ürologlar ikinci safhaya ulaşmış prostat vakaları kendilerinde görülse rezeksiyona (keserek alma) başvurma oranlarını anketlerde %40 olarak işaretliyorlar. Oysa halka uyguladıkları oran yaklaşık %80. 
- Hollanda’da yapılan diz eklemi artroskopilerinin %78’inin gereksiz yere yapıldığı tespit edilmiş. 
- Almanya’da röntgen cihazı olan dahiliye uzmanlarının olmayanlara oranla 3-4 kat fazla röntgen istedikleri tespit edilmiş. 

Görünen o ki sorun Türk milleti olmamızdan kaynaklı değil. Peki doktor milleti olmamızdan mı kaynaklı? Benzeri sorunların piyasa mekanizmalarının hakim olduğu diğer sektörlerde de görüldüğü göz önünde bulundurulursa sorunun kaynağı bu da değil. Sorun sosyo-ekonomik sistemin kar güdüsüne dayanan piyasacı anlayışla şekillendirilmesinde. İçinde bulunduğumuz neo-liberal kapitalizm döneminde yaşamın her alanı hızla metalaştırılıyor. Sağlık sektörü bunlardan sadece biri. Bu sebeple sorunu doktorların veya sağlık çalışanlarının bireysel suistimallerine ve ahlaka dayandırmak asıl sebep olan piyasacı anlayışı maskelemeye yarayacaktır.

Sağlıkta Dönüşüm Projesi adıyla anılan sistem devam ettiği sürece doğum anı yaklaşan bebeğiniz nedense son anda ters dönecektir. Ters giden bir şeyler var gibi, ne dersiniz? 

Honda Robotu Asimo, Kapitalizm ve Fukuşima

Japon firması Honda Motor'un ünlü insansı robotunun adı Asimo. 1986 yılında Honda'nın başlattığı robot teknolojisinin 11. serisi. Uzun çalışmalar sonucunda robot iki ayak üzerinde durabildi. Daha sonra tek ayak üzerinde duracak dengeyi sağlatabildiler. Önce yürümeyi öğrendi şimdi ise koşabiliyor Asimo. Merdivenden çıkıp inebiliyor, futbol topuna vurabiliyor, dans edebiliyor, tepside içecek taşıyabiliyor ve konuşabiliyor.

Asimo uluslararası fuarlara, yarışmalara, gösterilere sokuldu hatta Türkiye'ye de geldi. Dünya genelinde basının ve medyanın ilgi odağı oldu. Bu durum Honda firması için muazzam bir reklam sağladı. Asimo'nun böyle bir yüksek teknoloji ürünü olması Honda'nın otomobil ve motosikletlerinin de yüksek teknolojiden nasipleneceği düşüncesini doğuruyor haliyle.

Buraya kadar nasıl bir sorun olduğu anlaşılamamış olabilir. Sorun şurada ki Fukuşima nükleer santrali kazaya uğrayıp soğutma sistemi devre dışı kaldığında sadece helikopterler ile taşıdıkları suyu santralin üstüne dökme yoluyla nükleer çubukların ısınmasını engellemeye çalışabildi Japonlar. Uzaktan kumandalı ve su hortumu taşıma özelliği olan, bırakın iki ayaklı olmayı dört tekerlekli robotları bile yoktu Japonların. Asimo'nun geliştirilmesi için harcanan paranın ve teknolojii birikiminin çok küçük bir bölümüyle yapılabilecek görece basit bir robotun büyük faydalar sağlayabileceğini iddia etmek için uzman olmaya gerek de yok sanırım.

Birkaç yüz Japon mühendisi ve teknisyeni hayatlarını feda ederek nükleer sızıntının olduğu santrale girdiler ve elektrik aksamlarını onarmaya çalıştılar. Asimo'ya çok daha hassas işler yaptıran teknolojinin Fukuşima'da bazı işleri yapamayacağını iddia etmek zor olsa gerek.

Bu noktada Honda'yı suçlayamayız kuşkusuz. Kapitalist sistem içindeki bir firmanın ne yapması gerekiyorsa Honda'da onu yapmıştı. Yüksek kar elde etmek için iyi bir reklam stratejisi çizmesi gerekiyordu. Reklam stratejisinde uluslararası fuarlarda, gösteri merkezlerinde sergileyebileceği türden medyatik bir ürüne yöneldi ve Asimo'yu geliştirdi.

Japonya sık ve şiddetli depremlerin yaşandığı bir ülke. Buna rağmen Fukuşima santralini işleten özel firmanın yeterli önlemleri almamış olduğunu da gördük.

Japon kapitalistlerinin neden yeterli önlem almadığını kar güdüleri ile açıklayabiliriz. Peki Japon sosyal devleti neredeydi, neden kazayı öngöremedi, önlem alamadı?

Çünkü ülkenin gerek mali kaynakları gerekse bilgi ve teknoloji birikiminin büyük bir bölümü özel firmaların elinde. Dahi bilim insanları, usta teknisyenler dünyanın diğer pek çok yerinde olduğu gibi orada da büyük özel firmalar tarafından kapılıyor, yüksek ücretlerle transfer ediliyor. Dolayısıyla devletin sosyal vasfını layıkıyla yürütecek yeterli ve nitelikli kaynak azalmış oluyor. Nitelikli emek gücü kapitalistlerin kar amaçlı yatırımlarında kullanılıyor.

Mali kaynakların ve nitelikli emeğin kapitalistlerin elinde kar hedefli kullanımı yerine toplumsal ihtiyaç ve riskler çerçevesinde kullanılması gerekiyordu. Bu sağlanmış olsaydı söz konusu kazanın olmayacağı elbette garanti edilemezdi ancak toplumun kaynaklarının toplumsal amaçlar doğrultunda kullanımına yönelik perspektif bu ihtimali düşürecek idi.