07 Kasım 2013

Sağlığımız sağlık piyasasına emanet



Pek çoğumuz paralarımızı borsa denilen, arz-talep dengelerine ve kar güdüsüne dayalı kuruma yatırmayı kanıksadık. Peki sağlığımızı da arz-talep dengelerini gözeten kar güdümlü hastanelere ve diğer sağlık kurumlarına emanet etmeyi kanıksadık mı? 

Türkiye’de liberal kapitalizmin gelişmesi ile birlikte özellikle 1990’lı yıllardan itibaren özel hastaneleri sıkça görmeye başladık. 2002 yılında başlayan AKP iktidarında ise bu liberal politikalar sağlık hizmetlerini kamusal alanda veren kurumların da piyasa ilkelerine göre işlemesini sağlayacak şekilde genişletildi. Sağlıkta Dönüşüm Projesi (SDP) kapsamında kamu sağlık hizmeti veren kurumlar kısmen nitelik daha ziyade ise nicelik olarak eskisine oranla çok daha “verimli” çalışmaya başladılar. Öyle ki örneğin kamu kurumlarında çalışan diş hekimlerinin SDP döneminde yaptığı tedaviler önceki dönemde yaptıklarının dört katı civarında olduğu tahmin ediliyor. Diğer kamu sağlık kollarında da benzeri durum gözleniyor. Bu ise gerek pek çok hastayı gerekse sağlık bakanlığı ve hükümet yetkililerini memnun etmiş görünüyor. Hekim ücretlerindeki artışlar da göz önünde bulundurulduğunda her kesimin mutlu olduğu bir balayı tablosundan bahsedilebiliriz. Balayı sonrasına gelmeden evvel SDP sürecinin gelişiminden kısaca bahsedelim. 
Dünyada 1970’li yıllardan itibaren kendini gösteren neo-liberalizm Türkiye’de 1980 askeri darbesi ile ezilen sosyalistlerin güçsüz olduğu dolayısıyla muhalefet edemediği dönemde Turgut Özal tarafından uygulanmaya başladı. Özelleştirmelerin ve piyasacılığın kutsandığı bu neo-liberal anlayışın günümüzdeki en güçlü temsilcisi ise AKP.

AKP hükümeti Özal’ın çizgisini devam ettirdi, kamu kurumlarını özelleştirmeye devam ederek bu konuda bir “rekor” da kırdı. Özelleştirmeleri ve piyasacılığı kamu sağlık hizmetleri sektörüne de yaydı. Hükümetin Sağlıkta Dönüşüm Projesi olarak andığı değişiklikler 2003 yılından beri kademeli şekilde uygulandı ve artık sona yaklaşıldı. Şu an SDP’nin tamamlanmayan üç önemli ayağı var görünüyor. Birincisi aile hekimliği uygulamasında sevk zincirinin işlemesi. İkincisi Kamu Hastane Birlikleri Yasası. Üçüncüsü ise Genel Sağlık Sigortası (GSS) primlerinin alınmaya başlanması. Her üçünün uygulamaya sokulması için 12 Haziran seçimlerinin yapılması bekleniyor. Hükümet gerek halktan gerekse sendikalardan gelebilecek olumsuz tepkileri tahmin ettiği için seçim öncesi bunları uygulamaktan çekiniyor.

SDP ile önceki sağlık sisteminde gözlenen verim düşüklüğü piyasacı mekanizmalar yardımıyla çözülmek isteniyor. Bu mekanizmalar gerek sağlık kurumları arasında rekabet yaratmak gerekse her bir kurum içindeki sağlık çalışanları arasında rekabet yaratmaya ve bu şekilde performans artışı sağlamaya dayanıyor. Hükümet şimdilik kamu sağlık kurumlarının sadece bu çerçeve içinde değişikliğe uğrayacağını ve özelleştirmelerinin düşünülmediğini ifade etse de özellikle yüksek performans yakalamış olan devlet hastanelerinin veya Ağız ve Diş Sağlığı Merkezleri’nin (ADSM) özel firmaların iştahını kabartmayacağını ve satılamayacağını iddia etmek fazla iyimserlik olur. 

Performansa dayalı ücretlendirmenin kamu sağlık kurumlarında uygulamaya sokulması ile birlikte sağlık hizmetleri metalaştırılmış oldu. Hastalar müşteri, hastaneler işletme oldu. Hastalar bir insan olarak değil kar getirici objeler olarak değerli sayıldı. Bu “değer” artışı yukarıda bahsettiğim balayı portresinin esasıdır. Kar güdüsüyle çalıştırılan sağlık çalışanları şimdilik hizmet balonunu şişiriyor. Ancak sadece hizmet miktarı değil toplum sağlığındaki iyileşmeyle oranlandığında çok daha yüksek oranda sağlık harcamaları şişiyor. Yüksek performans puanı tutturularak kurum içinde döner sermaye havuzundan daha fazla pay alınması teşvik ediliyor. Bu ise sağlık çalışanlarının gereksiz tedaviler, tahliller, röntgen ve benzeri girişimlere yönelmesine meyil veriyor. Bu ise hem insan sağlığını olumsuz etkiliyor hem de sağlık harcamalarında gereksiz bir artışa sebep veriyor. Bu gereksiz artış en fazla ilaç ve tıbbi malzeme ithalatçısı firmaların işine yarıyor. 

Halkın büyük bir bölümü bu “hizmet” artışından şimdilik gayet memnun görünüyor. Ancak gittikçe artan sayıda hasta SDP ile getirilen sistemden şikayet ediyor. Performans sistemi çalışanlar arasındaki iş barışını da bozuyor. 
Söz konusu sorunlar Türk milletinden kaynaklanmıyor çünkü SDP ile getirilen sistem özellikle 1980’li ve 90’lı yıllarda avrupada ve dünyanın pek çok yerinde uygulanmış ve benzeri sonuçlar elde edilmiş. İşte bazı çarpıcı örnekler:

- Amerikalı hekimler İsveçli meslektaşlarına oranla iki kat daha fazla sezaryen yapıyorlar.* 
- Amerikalı hekimler İsveçli meslektaşlarına oranla 4.4 kat daha fazla koroner bypass ameliyatı yapıyorlar. (OECD Sağlık verileri, 1997) 
- Amerikalı ürologlar ikinci safhaya ulaşmış prostat vakaları kendilerinde görülse rezeksiyona (keserek alma) başvurma oranlarını anketlerde %40 olarak işaretliyorlar. Oysa halka uyguladıkları oran yaklaşık %80. 
- Hollanda’da yapılan diz eklemi artroskopilerinin %78’inin gereksiz yere yapıldığı tespit edilmiş. 
- Almanya’da röntgen cihazı olan dahiliye uzmanlarının olmayanlara oranla 3-4 kat fazla röntgen istedikleri tespit edilmiş. 

Görünen o ki sorun Türk milleti olmamızdan kaynaklı değil. Peki doktor milleti olmamızdan mı kaynaklı? Benzeri sorunların piyasa mekanizmalarının hakim olduğu diğer sektörlerde de görüldüğü göz önünde bulundurulursa sorunun kaynağı bu da değil. Sorun sosyo-ekonomik sistemin kar güdüsüne dayanan piyasacı anlayışla şekillendirilmesinde. İçinde bulunduğumuz neo-liberal kapitalizm döneminde yaşamın her alanı hızla metalaştırılıyor. Sağlık sektörü bunlardan sadece biri. Bu sebeple sorunu doktorların veya sağlık çalışanlarının bireysel suistimallerine ve ahlaka dayandırmak asıl sebep olan piyasacı anlayışı maskelemeye yarayacaktır.

Sağlıkta Dönüşüm Projesi adıyla anılan sistem devam ettiği sürece doğum anı yaklaşan bebeğiniz nedense son anda ters dönecektir. Ters giden bir şeyler var gibi, ne dersiniz? 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder