12 Aralık 2014

Sağlıkta Dönüşüm Projesi ve Piyasacılık

Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından 55 ülkede yürütülen sağlık hizmetlerinin¹ piyasalaştırılması programının Türkiye ayağı 2003 yılından itibaren “Sağlıkta Dönüşüm Projesi” adıyla AKP hükümeti tarafından yürütülüyor. Proje hakkında Tayyip Erdoğan “...ısrarla söylüyorum, nasıl dünyada her şeyin serbest piyasası varsa sağlıkta da serbest piyasa oluşmalıdır” demiştir².



Önceden kapitalist ülkelerin pek çoğunda bile kamu hizmeti olarak sunulan eğitim ve sağlık hizmetlerinin 1980'lerin başlarında belirginleşen şekilde dünyanın pek çok ülkesinde hızla piyasa kurallarına tabi tutulmasının kökeninde uluslararası büyük sermayenin yeni rant alanlarına ihtiyaç duyması bulunmaktaydı. Sermaye birikimi rejimi olan kapitalizm rekabet ilkesine göre işlediğinden, tekellerin rakiplerini saf dışı etmesi veya öne geçmesi için sermaye büyümesi merkezi öneme sahiptir. Uluslararası sermayenin 1970'lerdeki tıkanıklığını aşmak için eğitim ve sağlık gibi kamusal hizmetler de özelleştirmeye açılmış veya piyasa ilkelerine göre düzenlenmeye başlanmıştır.

20 Ekim 2014

1970'ler Türkiyesindeki Siyasal Şiddetin Analizi: Sağ-Sol Terörü mü?

Siyasal alanda verilen mücadeleler ile ideolojik alanda verilen mücadeleler bir bütünün parçaları. Bir yanda ivedi siyasi sorunlarımız var. Faşizan yönelimlerini gittikçe artıran bir iktidar, gericileştirilen bir toplum, Ortadoğu'nun şiddet sarmalına sokulan Türkiye ve çözülemeyen Kürt sorunu başlıcaları sayılabilir. Sosyalistlerin tüm bu sorunlar karşısında yaptıkları tahliller ve bunlara dayalı çözüm önerileri olsa da toplumda yeterli etkiyi ve yaygınlığı sağlayamadığını gözlüyoruz. Bunun önemli nedenlerinden biri egemenlerin ideolojik hegemonyası olsa gerek.

İdeolojik hegemonyayı, bir siyasal veya toplumsal kesimin toplumun diğer kesimlerine zor araçları kullanmaksınız veya bunların yanı sıra kullanarak bir düşünceyi benimsetmesi anlamında kullanıyorum. Örneğin kapitalistlerin ve liberallerin “İnsan doğası bencildir ve insanlar kar veya çıkar güdümü olmaksızın yeterli çalışmazlar” önermesi günümüz dünyasında ideolojik hegemonya sağlamıştır. Gene aynı örnekten gidersek böyle bir ideolojik hegemonya altında bulunmamızın da önemli etkisiyle kamu kurumlarının özelleştirilmelerine karşı yapılan siyasi mücadeleler yeterli etkiyi sağlayamamaktadır.

Bu yazımda Türkiye'de 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesi siyasi şiddet ortamınının anlatımını sağ-sol çatışması kavramına hapseden ve bu konuda ciddi anlamda hegemonya sağlayan söylemin eleştirisini yapmaya çalışacağım.

12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesi siyasi şiddet ortamının sağ-sol çatışması sözleriyle özetlenen söylemi pek çok bakımdan sorunludur. Bu söylem devletin ve ABD emperyalizminin, toplumsal örf ve geleneklerin ve de tarihsel sürecin rolünü göz ardı etmektedir. Diğer yandan ideolojileri dışlayıcı bir kisveye bürünmesiyle apolitizasyona katkısı olmuş böylece insanların ilgi alanı toplumdan bireyin kendisine doğru kaydırılmıştır.

17 Ekim 2014

Solcular Her Şeye Karşı mıdır?

Sosyalistlere sık sorulan bazı sorular var. Bunların bir kısmı gerçekten öğrenmek amacıyla sorulan sorular, bir kısmı ise sorudan ziyade iddia veya itham. Ancak öyle de olsa en azından etki alanları düşünülerek yanıtlamakta ve karşı savda bulunmakta fayda olabilir. Bu soru ve iddialardan ikisini geçmiş yazılarımda ele almaya çalışmıştım. Birincisi bireysel olarak kar veya çıkar elde etmeksizin insanların yeterli düzeyde çalışmayacaklarını ileri süren liberal varsayımdı. Bu yazıyı “Performansa dayalı ücretlendirme olmazsa insanlar yeterli düzeyde çalışmazlar mı?” başlığıyla yayımlamıştım. İkincisi ise toplumsal mücadele bütünlüğünü sekteye uğratmak, yaşamı birbirinden kopuk parçacıklara bölmek amacı taşıyan, sendikaların ideolojilerden uzak durması fikrine yanıtı içeriyordu. Bunu "Sendikalar İdeolojilerden Uzak mı Durmalı?" başlığıyla yayımlamıştım.

Sık sorulan sorular kapsamındaki yazılara üç ilave daha yapmaya karar verdim. Bu kapsamdaki üçüncü yazım olan bu yazımın konusu “Solcular her şeye karşı mıdır?”. Dördüncü yazının konusu ise “1980 öncesi siyasi şiddetin nedeni sağ-sol çatışması mı idi?” olacak. Beşinci yazının ki “Komünizm öldü mü?”.

Üçüncü soruyu ele almaya başlayalım. Solcular her şeye karşı mıdır?

Bu aslında sorudan ziyade şöyle bir suçlamadır: Solcular her şeye karşıdır!

31 Temmuz 2014

Dinlere Neden İnanmıyorum



İnanç ve düşüncelerimiz yaşamımızın gidişatını etkiliyor. Yaşamımızın gidişatı ise sadece kendimizi değil çevremizdeki insanları, en azından ailemizi, arkadaş ve akrabalarımızı bazen ise toplumun diğer kesimlerini olumlu veya olumsuz etkileyebiliyor. O halde inançlarımız sadece kendimizi ilgilendirir demek tam bir doğru sayılmamalı. Hele bu inanç ritüelleri olan bir dini inanç ise -ki günümüzün yaygın dinlerinin neredeyse tamamı ritüelleri ve dışa vurumları olan dinlerdir- başkalarının en azından algı alanına girmiş demektir. Sonuçta insan toplum içinde var olan ve orada anlam kazanabilen bir varlık. Birbiriyle etkileşmesi anlaşılır. Bu etkileşim açısından insanlık tarihinde dinlerin önemli bir yeri var. Hem bireylerin iç dünyasını hem de toplumu etkiliyor. İnanmadığım halde bu konuda beni yazmaya iten de bu. Amacım inanırları kırmak değil, gerçekçilik ilkesine sadakat.

On yedi yaşıma kadar ülkemizdeki çoğu insan gibi bir Müslümandım ve o yıl bir açıklamalı Kur’an meali bir de namaz hocası kitabı almıştım. Buna rağmen dinsel inancımdaki ilk önemli sarsılma gene o yıl bir fizik kuralını arkadaşlarımla irdelerken gerçekleşti: “Madde var iken yok olmaz, yok iken var olmaz” (1). O ana dek insan hayatında dinin yeri ayrı, bilimin yeri ayrı diye düşünürdüm. İlk kez ikisinin birbiriyle ciddi anlamda çatıştığını fark etmiştim. Madde yoktan var olmaz ise ezelden beri var olageliyor olabilirdi. Var iken yok olmaz ise ebediyete dek var olabilirdi. O halde tanrısız bir evren bilim ve mantık sınırları içinde mümkündü!

Muhtemelen aynı fizik kanunu bazı kişilerde benzeri etkiyi yaratmayabilirdi. Bende yaratmasının nedeni sanırım çocukluğumdan beri bilime çok meraklı ve saygı duyuyor olmamdı. 5-6 yaşlarımdayken ABD’de havacılık eğitimi alan bir akrabamızın NASA’nın uzaya yollayacağı bir füzesi önünde çektirdiği fotoğrafı mektuptan açtığımda büyük bir heyecan hissetmiştim. On iki yaşımdan itibarense TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisini her ay harçlığımdan harcadığım parayla düzenli almaya başlamıştım. İşte bu temeller üzerinde din ve bilimin çatışması benim açımdan önemli oldu.

İlerleyen yıllarda genel olarak din olgusunu ve özellikle içinde bulunduğum için karşı karşıya bulunduğum İslam olgusunu çeşitli yönleriyle incelemeye ve düşüncelerimi detaylandırmaya çalıştım. Turan Dursun (2), İlhan Arsel, Arif Tekin ve Erdoğan Aydın gibi aydınların bilgi birikimimde çok önemli katkıları oldu.

İslama ve diğer dinlere inanmama gerekçelerimi tarihsel, ahlaki, toplumsal ve siyasal, bilimsel, teolojik ve psikolojik olmak üzere altı kategori altında sıralayabilirim:

1) Tarihsel nedenler:

a- Dinler doğa üstü bir güç (tanrı) tarafından değil insanlar tarafından oluşturuldukları için, içinde doğdukları toplumun değer yargılarını ve toplumsal modelini esas almışlar ancak bunda biçimsel değişiklik ve kısmi yeniliklere gitmişlerdir.

Gerek İslam gerekse Hıristiyanlık ve Yahudilik inançları, doğdukları toplumun tarihsel özelliklerini adeta kopyalamışlardır. Şöyle ki, örneğin İslam'da bir kral (tanrı), ulak (Cebrail), elçi (peygamber), cellat (Azrail), işkencehane (cehennem), ajan (Kiramen katipleri), eskort (Hafaza melekleri) vardır. Tanrı, aynı bir kral gibi tüm sözlerine harfiyen uyulmasını ister, uymayan cezalandırılır. Allah’ın diğer adlarından birinin Melik (kral) olduğuna da dikkat çekmek gerekli.

b- Dinlerin tarihsel evrimi içinde İbrahimci dinler (Hristiyanlık, Yahudilik ve İslam) tek tanrılı din değil çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçişte ara aşamada bulunan dinler kategorisinde değerlendirilebilir. Çünkü örneğin İslam’da her ne kadar görünüşte tek tanrı varsa da çok tanrılı dinlerdeki diğer tanrılar güç ve yetkileri kısıtlanmış şekilde melek adıyla varlıklarını sürdürüyorlar. Çok tanrılı dinlerin tanrıları Cebrail, Mikail, Azrail, İsrafil, Hafaza Melekleri vb. adlarla adeta varlıklarını devam ettiriyorlar. Bu sebeple insanlığın çok tanrılı dinlerden gerçek tek tanrılı din olan deizme (3) geçişi birden bire olmamış, yüzlerce yıl süren toplumsal-dinsel evrim sonucu gerçekleşmiş görünüyor.

c- Dünya tarihinin bilinen en eski uygarlığı olan Sümer uygarlığına ait tabletlerin 19. yy.’dan itibaren arkeologlarca ortaya çıkarılması ve çivi yazılarının deşifre edilmesiyle batı dünyası dinsel açıdan önemli bir sarsıntı geçirdi. Çünkü Musevilikten daha eskilere giden bu uygarlığa ait tabletlerde Gılgamış Destanı (4) adı verilen bir destan yazılıydı ve bu destan Nuh Tufanı öyküsünün (5) çıkış kaynağı olma yönünde kuvvetli şüpheler uyandırdı. Destanda ölümsüzlüğü arayan Gılgamış adlı kahramana Enlil şöyle bir öykü anlatıyor: Tanrılardan bazıları kendilerini rahatsız ettiği için insanların üzerine tufan salacaktır. Böyle bir tufan planı konuşmasını duyan bir diğer tanrı sevdiği kahramanı kurtarmak için ona gizlice haber verir. Kahramanımız büyük bir gemi yapar ve içine doldurduğu hayvanlarla birlikte kurtulur.

Tufan mitleri pek çok uygarlıkta görülse de Gılgamış Destanındaki öykünün Tevrat’taki öykü ile çok büyük benzerlikler taşıması, örneğin dışarı salınan kuş ve geminin dağa oturması gibi detaylarda aynılık olması Sümer uygarlığındaki bu efsanenin sonradan o bölgede bir süre köle olarak yaşayan Yahudilerin kutsal kitaplarına sızmış olması kuvvetle muhtemel görünüyor.

d- Dinler, çıkışlarından bugüne hiç bir zaman insanlığın eşitlik, özgürlük, refah ve mutluluk hedeflerini sağlayabilecek bir toplumsal düzeni kuramadılar. Hatta Hristiyanlığın tüm kurallarıyla uygulandığı dönemde orta çağ karanlığı ve engizisyon işkenceleri, İslam’da ise recm cezasından köleliğe, falakadan tutun kız çocuklarının okula gönderilmeyişine, cihat savaşlarına kadar uzanan kötülükler hakim oldu ve halen de olmakta (Bkz. Ortadoğu).

e- Dokuzuncu ve on dördüncü yüzyıllar arasında başta Endülüs’te olmak üzere İslam coğrafyasındaki görece ilerlemeler (İbn Sina, Farabi, İbn Haldun vb.) kökenini İslami kaynaklardan değil Aristo, Eflatun, Hipokrat vb. eski Yunan felsefecileri ve bilim insanlarından aldılar.

f- Eski Mısır inancında Ra’nın çocuklarından biri olan kötülük tanrısı Set domuz ile simgeleniyor. Eski Mısırlılar sadece dolunayda domuz eti yiyor diğer zamanlarda yemiyorlar. Bu gelenek evrimleşerek haram kavramı şeklinde Yahudiliğe ve oradan İslam’a geçmiş görünüyor.

g- Cehennem sözcüğü hem dilsel köken hem de kavramsal olarak pagan döneminden geliyor. İbranice gehinnom sözcüğü ge (vadi), hinnom (Kudüs yakınlarında bir bölge) sözcüklerinin bileşiminden oluşuyor (6). Yani Hinnom Vadisi anlamında. Pagan döneminde Kudüs yakınlarındaki Hinnom Vadisinde ölüler yakılırmış. Ölüm ve ateş kavramlarının cehennem sözcüğünün özü olması buradan geliyor, pagan kökenden.

h- İslam dahil hiçbir semavi din köleliği kaldırmamıştır. Bu durum dinlerin içinde doğdukları tarihsel ortam ile bağıntılıdır. İslamda köle azad etmek sevap olmasına karşın köle sahibi olmak günah değildi. Bir köleyi azad edip sevap kazanmak ama hemen ardından köle pazarından köle satın almak mümkündü. Dolayısıyla İslam'da kölelik kurumu kaldırılmadı. Batı'nın baskısıyla Osmanlı’da 19. yy.’da Arabistan’da ise 20. yy.’da kaldırıldı.

i) “Benim dinim bana, sizin dininiz sizedir” ve “Dinde zorlama yoktur” ayetleri evrensel olarak geçerli değil, tarihi olarak I. Mekke dönemi için geçerlidir. Bu dönemde Mekke'de Müslüman sayısı henüz çok azdı ve pagan baskısını azaltmak için yumuşak bir politika izleniyordu. Medine'ye göçten sonra cihat dönemi başlamış, söz konusu ilke rafa kaldırılmıştır. Örneğin Medine'nin Beni Kureyza mahallesi paganlara yardım ettikleri gerekçesi ile kuşatıldıktan 2-3 gün sonra teslim olmasına rağmen 400-600 arasında erkeği Hz. Muhammed tarafından idam ettirilmiştir.

2) Ahlaki nedenler:

Tüm dinler tanrı tarafından değil insanlar tarafından oluşturuldukları için içinde bulundukları toplumu değiştirme amacı gütseler de önemli ölçüde o toplumun değerlerinin etkisi altındadırlar. Bu değerlerden biri de o toplumun ahlaki değerleridir ve yüzlerce, binlerce yıl öncesinin ahlaki değerleri ile günümüzün genel kabul gören ahlaki değerleri arasında ciddi çatışmalar görülür. Örneğin Hz. Muhammed’in Hz. Aişe 6 yaşında iken onunla evlendiği 9 yaşına geldiğinde ise gerdeğe girdiği sahih (doğru) kabul edilen Buhari hadisleri içinde yer alır (Bkz. Sahih-i Buhari, Kitab-ul Nikah bölümü). O tarihsel dönemde Arabistan’da kızlar çoğunlukla o yaşlarda evlendiriliyor ve gerdeğe sokuluyor olabilir. Ancak söz konusu olan tüm zamanlara ve tüm insanlığa doğruyu ve gerçeği anlatmak için gönderildiği iddia edilen bir peygamber ise bulunduğu topluma hiç olmazsa bu gibi konularda uymak değil değiştirmek ve uyarmak zorunda olmalıydı. Ortada ciddi bir ahlaki sorun olduğu ortada. Sorunu ele alan İslamcıların diğer savunmaları da tatmin edici olmaktan uzaklar:

a- “Söz konusu hadis uydurmadır”: Biraz İslam dinini araştırmış olanlar bilir ki İslam’da bilgi kaynakları ayet, hadis ve sünnet olmak üzere üçtür. Hadis kaynaklarının en başında ise Buhari hadisleri gelir. Sahih-i Buhari olarak anılır.

b- “Arabistan’da sıcaktan dolayı kız çocukları ergenliğe erken giriyorlar”: Hadiste Aişe arkadaşlarıyla salıncakta oynarken kadınlar tarafından alınıp gerdeğe götürüldüğü yazıyor. O halde Aişe o dönemde adet görebiliyorsa da ruhen çocuktur (7,8).

Diğer bir sorun evlatlığı Zeyd’in boşadığı karısıyla evlenmesi. Her ne kadar İslami kesim bu evliliği Zeyd eşini boşadığı için meşru görse de İmam Taberi hadislerinde Hz. Muhammed’in bir gün Zeyd’i görmek için evine gittiğinde kapıyı Zeyd’in eşi Zeyneb’in açtığı ve Hz. Muhammed’in o an ilgi duymaya başladığı, sonra durumu fark eden Zeyd’in eşini peygambere verebilmek için boşadığı olarak yorumlanabilecek hadisler olduğunu dikkate almakta fayda var. Hatta sırf bu meseledeki sorunları çözebilmek için Ahzab Suresi'nde konuyla ilgili ayetlere yer verildiği de hesaba katılmalı (9).

Günümüzün genel ahlaki değerleri ile ilgili ciddi çatışma örnekleri arttırılabilir. Tüm bu örnekler evrensel olma iddiasındaki dinlerin evrensel olmayıp içinde doğdukları toplumlarla sınırlı bir kavrayışa bağlı olduklarını gösteriyor. Dinler evrensel değil yereller. Bu sebeple günümüzün ortalama-genel ahlaki değerleriyle ciddi farklılıkları söz konusu.

3) Toplumsal ve siyasal nedenler:

a- Adına ister semavi dinler ister İbrahimci dinler diyelim üç büyük din olan İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik insanları haklar, özgürlükler ve sorumluluklar bütünlüğü içinde değil sadece sorumluluklar çerçevesinde ele alıyor. Nasıl bir ana-baba, komşu, mümin, kul vb. olunması gerektiği ile ilgili insanlara sürekli şekilde sorumlulukları bildiriliyor. Oysa Aydınlanma Çağından beri farkındayız ki insan olarak yaşamda sadece sorumluluklarımız değil hak ve özgürlüklerimiz de olmalı. Ancak bu bütünlük içinde insani değerimizi yükseltebiliyoruz. Ama dinler Aydınlanma Çağı öncesindeki tarihsel izleri taşıdığı için hak ve özgürlüklere değinmiyorlar. Bu durum dinsel inançların günümüzde sıklıkla siyasi yelpazenin muhafazakar sağ kısmında yer almasıyla sonuçlanıyor. Hatta hak ve özgürlük vurgusuna dayalı olan sola karşı gerici saldırganlığın kaynağı olabiliyorlar (Madımak Katliamı vb).

b- Din, neoliberallerin yaşamı neredeyse tamamen metalaştırdığı, her şeyin parayla alınır satılır duruma getirildiği günümüz kapitalizminde manevi boşluğa düşen insanların hissettiği acıya karşı zihni uyuşturan bir afyon durumunda. Sermaye sınıfının sömürü aracı. Haksızlığa karşı mücadeleyi değil yerinde sayan sabrı ve sonsuz olan öteki dünyaya odaklanmayı salık veriyor. "Bu dünyaya da önem veriyor" diyenler olabilir. Ancak "Sonsuz öteki dünya/70 yıllık bu dünya" anlayışı kefeye konduğunda ağırlık “öteki dünya”ya basıyor İslam anlayışında.

c- İmana (dogmatizm) dayalı olan dinsel değerler ile akla dayalı olan seküler değerler arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Bu uzlaşmaz çelişkiyi uzlaştırıcı bir sentezle çözmeye çalıştığı için Anti-kapitalist Müslümanlar gibi siyasi hareketlerin uzun vadeli ve ciddi bir başarı şansları olamaz.

d- “İstişare” olgusu demokrasi olgusunun yerini tutamaz. İstişare danışma amaçlıdır ve genellikle bir odaya sığabilecek sayıda insanla yapılır. Sonuçları ise lider için bağlayıcı değildir.

4) Bilimsel nedenler:

a- Sadece bu yazının başlarında değindiğim fizik kanunu değil en başta evrim teorisi (10,11) yaratılış inancına dayalı olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dinlerini yanlışlıyor.  İnsanın “kutsal” kitaplardaki gibi birden bire yaratılmadığını, canlılığın üç milyar yıl boyunca evrimleştiğini ve bu şekilde milyonlarca canlı çeşidinin oluştuğunu ve insanın da bunlardan biri olduğunu gösteriyor. Üstelik bu görüşü destekleyen çok sayıda deney yapılmış ve teori doğrulanmış durumda. Başlıktan çok uzaklaşmamak için sadece bir örnek vermek istiyorum. İnsanda doğuştan körlükle ilgili sorumlu genin pax6 geni olduğu biyologlar tarafından biliniyor. Meyve sinekleri üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda bu sineklerde doğuştan körlüğe de pax6 geninin neden olduğu saptanmış (12). Bunun gibi çok sayıda deney insan ve diğer canlıların milyonlarca yıl önceki ortak bir atadan evrildiği gösteriyor.

Milyonlarca yıl içinde ilkel canlılardan gelişmiş canlılara doğru evrimleşme sürmüş ancak toprak, iklim gibi nedenlerle farklı derecelerde ve farklı yönlerde evrimleşme meydana gelmiştir. “Nasıl oluyor da dünyada bu kadar farklı ve renkli canlı türü meydana geliyor, bunların bir yaratıcısı olması gerekmez mi?” sorusunun yanıtı budur.

Her ne kadar başta fanatik Evangelik kilise olmak üzere her yıl milyonlarca dolar gericilerce evrim teorisi aleyhindeki yayınlara ve çalışmalara ayrılıyorsa da bilimsel anlamda başardıkları bir şey yok. Keza onların izinden giden Adnan Oktar (Harun Yahya) kuru gürültüden başka bir şey üretmiyor.

b-  Evrende kusursuz bir düzen olduğu şeklindeki dinsel iddia yerine düzen ve düzensizliğin iç içe geçtiği karmaşık bir düzenin olduğu bilimsel açıdan doğru görünüyor. Bir yandan gezegen ve yıldızlar yörüngelerinde düzenli bir seyir izlerken diğer yandan büyük çarpışmalar ve yön değiştirmeler gözleniyor evrende. Örneğin dünyaya 4.5 milyar yıl evvel büyük bir gök cismin çarpması sonucu uzaya fırlayan bir parçasının ayı oluşturduğu bilim insanlarınca kabul ediliyor. Venüs’ün kendi ekseninde dönüş yönünün diğer gezegenlerden farklı olmasının (13) nedeni gene çok büyük bir gök cisminin çarpması. İçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinin saatte 1.5 milyon km. hızla Andromeda galaksisine doğru yaklaştığı ve yaklaşık dört milyar yıl sonra bu iki galaksinin çarpışacağı astronomlar tarafından tespit edilmiş durumda. Sadece astronomik olgular değil genetik anomalili doğan insan veya hayvanlar gibi olgular da her şeyin ahenk içinde ve mükemmel bir düzen içinde sürmediğini gösteriyor.

5) Teolojik nedenler:

a- Abdest, namaz, ramazan orucu, hac ziyareti, tavaf, zekat, mehir gibi inanç ve ibadetler İslam dininden önce de Arap paganları (müşrikler) tarafından biliniyor ve uygulanıyordu. Bu durum Müslümanlar tarafından “İslam dini Hz. İbrahim’den beri vardı” şeklinde açıklanıyor. Ancak ortada ciddi bir sorun var: Eğer bu sayılan inanç ve ibadetler Hz. İbrahim’den beri vardıysa ama dejenere edildi ve değiştirildiyse Kur’an’da doğrusunun nasıl yapılması gerektiği yazılmalı idi. Oysa ne abdestin, ne namazın, ne ramazan orucunun, ne hac ziyaretinin ve tavafın ne zaman, nasıl ve hangi kurallara uyularak yapılması gerektiğine dair Kur’an’da hemen hiç bir şey yazmamaktadır. Bu bilgi açıklığını kapatmak için sünnet kavramı kullanılmıştır. “Bunların nasıl yapılacağı yazılmamış, peygamberin uygulamalarının gözlenmesi ve uygulanması ile kuşaktan kuşağa aktarılmıştır” denilmektedir.

b- Kur’an bazı ayetlerinde apaçık bir kitap olduğunu iddia etmesine rağmen “elif, lam, lim” gibi Arapça harf bileşimlerinin kitabın tam altı yerinde geçmesinin ne anlama geldiği bugüne dek hiç bir İslam alimi tarafından açıklanabilmiş değil.

c- Her surenin başında yer alan besmelenin ayet kabul edilip edilmeyeceği İslam alimleri arasında tartışmalı.

d- Kur’an’da Hz. Muhammed’in günlük yaşantısıyla ilgili olup genel anlamda dünya insanlığını pek de ilgilendirmeyen ya da önem değeri düşük konularda ayetler yer alıyor. Örneğin Hz. Ömer’in evine kapıyı vurmadan giren birisi olduğu için eve girerken izin alınması gerektiği ile ilgili bir ayet bulunuyorken dünya barışı veya insan sevgisi gibi çok önemli konularda hiç bir ayet bulunmuyor.

e- Kur’an’ın çok büyük bir bölümü inanmayanları korkutmaya yönelik.

f- Dönemin Arabistan'ında şiir saygın bir uğraş olduğu için Kur’an dili de şiirsel yapılmış.

g- Kur’an’da anlatılan Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Yunus vb. öyküleri orijinal kaynaklarından okunduktan sonra -örneğin Tevrat’tan/Eski Ahit’ten- kötü bir özet gibi görünüyor.

h- “Sırat köprüsü” inancı o dönemin İran dini olan Zerdüştlükteki Çinvat Köprüsü inancından (14) alınmış izlenimi veriyor.

i- Hz. Muhammed’in Cebrail mağarada“Oku!” dediğinde “Ben okuma bilmem ki” demesini içeren diyaloğun aynısı daha eski bir din olan Zerdüştlükte yer alıyor. Bu diyalogun İslam kaynaklarına geçmesindeki muhtemel isimlerden biri Selman-i Farisi. İranlı Selman olarak Türkçeleştirilebilecek bu kişi Araplara esir düşmüş bir İran prensidir. Zeki ve bilgilidir, uzun yıllar Hz. Muhammed’in başdanışmanlarından biri olmuştur.

j- Hz. Muhammed’in 40 yaşında peygamberliğini ilan etmesinden önceki yaşamında genel kanının aksine önemli yaşam tecrübeleri ve bilgi birikimi olduğuna yönelik sağlam kaynaklar bulunuyor. 9 ve 16 yaşlarında olmak üzere o dönemin kültürel ve ekonomik bakımdan en gelişmiş şehirlerinden biri olan Şam’a iki kez kervanla birlikte katıldığı bizzat İslam tarihi kaynaklarında geçer. Bu gezilerde Bahira ve Nastura adlı iki bilgili Hristiyan rahiple tanışıyor.

21 yaşında iken Mekke’de o dönem için insan hakları örgütü gibi kabul edilebilecek olan Hılful Fudul (15) cemiyetine katılıyor. Bu cemiyetin başta Hac ziyaretine gelmekte olan kafilelerin yağmalanmasını engellemek olmak üzere zulümlerle mücadele ettiği söylenir. Diğer yandan İmam Taberi hadislerinde Hz. Muhammed’in peygamberlik dönemi öncesinde Mekke’de demircilik yapan Yaiş adlı bilge bir kişinin dükkanını sık sık ziyaret ettiği yazılıdır.

k- İslam öncesinde kız çocuklarının diri diri gömüldüğü sadece iki kabile için atfedilmektedir. Bunlar Esedoğulları ve Temimoğulları kabileleridir ki koca Arap yarımadası düşünüldüğünde düşük bir yüzdeyi oluştururlar. Hz. Muhammed’in kabilesi olan Kureyş’de kız çocuklarının hiçbir zaman diri diri gömülmediği biliniyor.

l- Tarihsel kaynaklardan Hz. Muhammed’in ölümünün çok ağrılı bir hastalık sürecinden sonra olduğunu biliyoruz. İslamcıların “O da bir insandı” şeklinde savunma yapması yetmiyor çünkü gene İslam inancına göre Allah Hz. Muhammed için “Sen olmasaydın kainatı yaratmazdım” demiştir. Hal böyle olunca neden en sevdiği kuluna böylesine ağrılı bir ölümü reva gördü sorusunun yanıtı zor. “Deniyor, sınıyor olabilir” vb. şekillerdeki yanıtlar peygamberlik görevinin bittiği ve ölüm safhasına gelindiği göz önünde bulundurulduğunda anlamlı görünmüyor.

m- Kur’an’ın derlenmesi ve kitap haline getirilmesi Hz. Muhammed’in ölümünden yıllar sonra yapılıyor. O döneme kadar orijinal Kur’an’ın ayetleri çeşitli kişilerin evlerinde dağınık vaziyette. Bir kurul oluşturularak duyuru yapılıyor ve herkesten ellerindeki Kur’an ayetlerini getirmesi ve doğruluğu için iki de şahit göstermesi isteniyor. Derleme bitip kopyası da (mushaf) oluşturulduktan sonra orijinal Kur’an yakılarak imha ediliyor. Yani günümüzde orijinal Kur’an yeryüzünde yok! Elimizdeki en eski mushaf Hz. Osman mushafı.

6) Psikolojik nedenler:

Psikanaliz açısından tanrı imgesi süper ego (üstbenlik) işlevinde diyebiliriz. İd’i (nefs) kontrol altına almaya çalışır. Bu anlamda geleneksel toplumlardaki otoriter babanın çocuğun kişilik gelişimindeki rolünü üstlenmiş gibidir.”Kutsal” kitapların tanrı imgesi babacan bir baba değil otoriter bir baba görünümünde.  Geleneksel bir toplumda çocuğun mutluluğu babanın söylediklerine uymakla yakından ilgilidir. O baba çocuğu mutlu veya mutsuz edebildiği gibi bir inanır için de “tanrı”nın direktiflerine uyup uymamak benzeri etkilere yol açar. Ona uymakla cenneti, uymamakla cehennemi ön görürüz.

Kendisini gerek doğa karşısında gerekse sömürü ve kötülüğün kol gezdiği bir toplumda yalnız ve çaresiz gören insanlar için tanrı imgesi sıklıkla bir sığınak oluyor. Bu anlamda isteklerimizi, sıkıntılarımızı, yalvarmalarımızı dinleyen bir ebeveyn gibidir tanrı. Gene bir ebeveyn gibi bu istek ve yalvarmalarımıza duyarlılık gösterir veya göstermez. Kararından sual olmaz.

***

Dinler, ilkel insanın doğayı ve yaşamı anlamlandıramadığı ve sorunlarını çözemediği çağlarda bir anlamlandırma çabası ve çözemediği sorunlar için manevi sığınak ve teselli aracı olmuştur. Ancak özellikle Aydınlanma Çağından itibaren sadece bilim ve teknolojide değil sanat, edebiyat, felsefe, hukuk gibi alanlarda gelişmeler ve demokrasi, insan hakları, sosyalizm gibi kavramların ortaya çıkması ve yaygınlaşması dinlere olan ihtiyacı son derece azaltmıştır. Her ne kadar yukarıda sayılan kavram ve değerler insanlığı güllük gülistanlık yapmamış, önemli sorunlar yaşanmış ve tıkanıklıklarla karşılaşılmışsa da çözüm bunlardan vazgeçmek ve geriye dönmek değil ileriye doğru gitmek olmalıdır. Tarihsel zorlukları çarkı geri çevirerek değil ileriye doğru çevirerek aşacağız.

Ölümlü olmamız, ölümü görüp sıtmaya razı olmamızı gerektirmez. Ölümlü bir varlık olduğumuz bilincinin getirdiği bunaltının yaşamı anlamlı yaşayanlarda olmadığı veya yenilebilir olduğunu biliyor, gözlüyoruz. Yaşanmamış yaşamımız veya yarım kalmış “işlerimiz” bu işleri tamamlayabilmek için ölümden sonra da bir yaşam olması gerektiği yönünde bir dogmayı körükleyebilir. Tadamadığımız mutluluklar, uğradığımız haksızlıklar, erken ölen sevdiklerimiz, söylenemeyen sözler için öteki bir dünya “olmalı” derken aslında olduğunu değil olmasına ihtiyaç duyduğumuzu göstermiş oluruz.

Özetle dinin kökeninde çaresizlik, acizlik, korku gibi duygu ve durumlar vardır. Dinler, negatif duygulardan beslenirler. Tasavvufçu ve batıni yorumlar sevgi temelli ve pozitif bir yorum olsalar da temel dinsel metinlerle olan çelişkilerinden dolayı yaygınlaşamamaktadırlar. Yedi asırdan fazla zaman geçmesine rağmen Mevlana'nın izinden gidenlerin Müslümanlar içinde çoğunluğu sağlayamaması da bundan kaynaklanmış olmalı.

İnanç, insanlar için bir ihtiyaç. Ancak dogmatik bir inanç değil akla, bilime, barışa, dostluğa, eşitliğe ve özgürlüğe dayanan seküler bir inanç yeterli olmalı.


1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Anaksagoras
2) http://www.turandursun.com/
3) http://tr.wikipedia.org/wiki/Deizm
4) http://tr.wikipedia.org/wiki/G%C4%B1lgam%C4%B1%C5%9F_Destan%C4%B1
5) http://panteidar.wordpress.com/2010/02/03/nuh-tufani/
6) http://tr.wikipedia.org/wiki/H%C4%B1ristiyanl%C4%B1kta_cehennem
7) http://turan-dursun.blogspot.com.tr/2011/12/muhammed-in-cinsel-hayat-1.html
8) https://eksisozluk.com/hz-aysenin-9-yasinda-peygamberle-gerdege-girmesi--2657315
9) https://eksisozluk.com/muhammedin-evlatliginin-esi-ile-evlenmesi--2519451
10) http://evrimianlamak.org/
11) http://evrimteorisi.org/
12) http://evrimianlamak.org/e/A8e:G%C3%B6zler_10
13) http://tr.wikipedia.org/wiki/Eksen_e%C4%9Fikli%C4%9Fi
14) http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87invat_K%C3%B6pr%C3%BCs%C3%BC
15) http://tr.wikipedia.org/wiki/H%C4%B1lful_Fudul

12 Temmuz 2014

Siyasette Postmodernizm

28 Şubat Darbesi'nin basında ve medyada sıkça postmodern darbe olarak adlandırılmasıyla birlikte daha sık duymaya başladık postmodern sözcüğünü. Sadece siyasette değil felsefe, sinema, tiyatro, roman, mimari gibi alanlarda da dünya genelinde adını ve etkisini görüyoruz postmodernizmin. En karakteristik özelliği nesnellik yerine öznelliği esas alması. 28 Şubat Darbesi'nin birer nesne olarak tank ve tüfek yerine öznel bir edim olarak muhtırayla yapılmış olması -her ne kadar muhtıranın ardında o nesnelerin gerçeği olsa da- bu karakteristiğe uyuyor göründüğü için postmodern darbe olarak adlandırılmış olmalı.

Başlangıcı 19. yy.’a dayandırılabilse ve farklı yönleri ile tanımları var olsa da postmodernizm siyasal alanda dünyada esas olarak 1979 yılında Fransız düşünür Lyotard'ın "Büyük anlatıların sonu" teziyle bilinir ve tartışılır oldu. Postmodernizmin bu yıllardan itibaren dünyada, 1990'lı yıllardan itibarense Türkiye siyasetinde önemli etkileri oldu.

Lyotard'ın postmodern siyasete temel olan tezinde “Büyük anlatılar” söylemi ile kast ettiği siyasal, toplumsal, iktisadi ve kültürel yönleriyle bir bütün halinde dünya görüşü olan anlatılardır. Hristiyanlık ve İslam gibi yaşamın hemen her alanında bir söylemi olan dinler ve modernizmin düşman kardeşleri kabul edilebilecek olan liberalizm ve sosyalizm büyük anlatıların başlıcalarıdır. Dinler aydınlanma çağından, liberalizm ise 19. yy’dan itibaren önemli itibar kaybına uğramıştı. Lyotard 1979 yılında sosyalizmin de öldüğünü iddia ederek tüm büyük anlatıların ölümünün tamamlanmış olduğunu ileri sürdü.

Postmodernizm felsefesinin önemli ismi J. F. Lyotard.
Lyotard’ın tezini izleyen yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tez doğrulanmış gibi görüldü. Büyük anlatıların öldüğüne inanılan bu ortamda küçük anlatılar diğer bir deyimle parçalılık fikri öne çıkarıldı. Büyük anlatılar ölmüş geriye parçaları kalmıştı. Parçalılıkla kasıt çevrecilik, feminizm, eşcinsel hakları, etnik ve dini azınlıklara özgürlük, sendikacılık gibi söylem ve siyasetlerin bütünsel bir ideoloji içinde değil kendi başına önem ve özerklik kazanmasıdır. Postmodernizmin güç kazanmasıyla bireyler siyaseti bütünsel şekilde ve büyük amaçlar için değil spesifik bir alanda ve görece daha küçük amaçlar için yapmaya başladılar.  Örneğin toplumsal, siyasal, iktisadi ve kültürel bütünlüğü içinde toplumu değiştirme hedefi güden (büyük anlatı) sosyalist bireyler ve örgütlenmeler yerine sadece çevreciliğe veya sadece feminizme odaklanmış bireyler ve örgütlenmeler arttı. Bu şekilde toplum bütünsel bir anlam yerine parçalı bir anlam kazandı postmodern siyasette. Modernitede bütünsellik önemli iken postmodernitede parçalılık önemli oldu. Her bir parça özerk hatta bağımsız bir anlayış içinde adeta dokunulmazlık zırhı ile kaplandı. Bütünsel söylemleri savunanların parçalılıkları oluşturan her ögeye yönelik eleştirisi totaliterlik ve dayatma suçlamasıyla karşılaştı.

Parçalılığın bu şekilde adeta kutsanmasında görünürdeki neden her bir parçaya duyulan saygı ve özgürlük teması olsa da özünde nesnel gerçekliğin hiç kimse tarafından tam olarak bilinemeyeceği savı bulunuyor. Einstein'ın görelilik kuramı ve Heisenberg'in belirsizlik kuramı da bu sava destek olarak sunuluyor. Bilimsel alanda bu kuramlar ideolojik alanda ise büyük anlatıların sonu tezi nesnel gerçekliğin hiç bir zaman bilinemeyeceği sonucuna götürüyor postmodernistleri. Nesnel gerçeklik madem tam olarak bilinemeyecek ve bütünsellik de yakalanamayacaktır o halde toplumdaki her bir parçayı kendi başına "özgür" bırakmak gerekir. Postmodern toplum tahayyülünde gerçeklik hep bulanıktır ve herkes kendince doğrudur. Bu sebeple birilerinin nesnel doğru tarif etmesi diğerlerine hep bir dayatma, saygısızlık ve kendini beğenmişlik olarak görülür.

Dolayısıyla postmodernizmde her olgu ve süreç öznel ve göreli hal almıştır. Sürekli bir şekilde “bana göre” veya “bence” diye başlayan cümlelerde karşıdakine saygıdan öte böyle bir felsefi temel karakteristiktir. Öznelliğin böylesine tavan yaptığı anlayışta elbette ki nesnel doğruyu arayan akıl ve bilim değer kaybetmiştir. 20. yy.'da gerçekleşen iki büyük savaş tam da aklın ve bilimin hüküm sürdüğü bir dünyada gerçekleşmemiş midir? Modernizmin ve teknolojinin hakim olduğu günümüz toplumlarında insanlar hala mutsuz değil midir? O halde modernizm eleştirilmeli ve onun temeli olan akıl ve bilim değersizleştirilmelidir. Bu değerlerle anılan ve 17.-18. yy.’da başlayan aydınlanma geleneğine eleştirel yaklaşılır. Postmodernistlerin aydınlanma geleneğinin temellerine eleştirel yaklaşımına karşı Alman düşünür Jurgen Habermas aydınlanma geleneğini savunmuş, sorunun aydınlanma projesinin temel değerlerinden değil bu projenin tamamlanmamış olmasından kaynaklandığını belirtmiştir. Lyotard ve Habermas arasındaki polemikte Habermas "Aydınlanma yarım kalmış bir projedir" savı üzerinde durmuştur. Habermas'a göre postmodernistlerin aydınlanma karşıtlığı onları muhafazakarlara yaklaştırır. Türkiye'de 2010 Referandumunda postmodernistlerin muhafazakarları desteklemesi Habermas’ın tespitini doğrulamıştır.

Akıl ve bilimle tam bir barışıklığı olmayan dinsel düşünce postmodernizmin akıl ve bilim eleştirisinden memnundur. Postmodernizmin toplumsal yapıda ve örgütlenmede parçalılığı yüceltilmesi de dinsel ideolojiler için yeni olanaklar yaratmıştır. İdeallerin parçalara bölündüğü ve parçalardan ancak biriyle avunabilen modern toplumların yalnızlaşmış insanı için din yeniden bir kurtuluş yolu olarak sunulmuştur. Postmodernizmin esas olarak 1980'li yıllarda boy göstermesi ile dinsel inançların ve siyasetin sadece Türkiye'de değil dünyanın pek çok yerinde aynı yıllarda güç kazanması tesadüf olmamalı. Nesnel doğruların kabul edilmediği bu ortam dinlerin iki yüz yılı aşkın süre dünya çapında güç kaybından sonra tarihsel atağa geçişini sağlayan ortamdır da. Her şeyin öznel kabul edildiği postmodern anlayışta en gerici inanç ve ritüellerin bile eğitim sistemine girmesi bir hak ve özgürlük olarak yorumlanmıştır.

Modernite kavramında önemli yerleri olan merkezilik, liderlik ve dikey örgütlenme yerine postmodernitede yerellik, lidersizlik ve yatay örgütlenme kavramları önem kazanır. Nesnel doğru diye bir şey olmadığına göre bu doğruyu yayacak, öncülük yapacak bir lidere, merkeze ve dikey örgütlenmeye de gerek yoktur! Kişiler doğruyu kendi başlarına bulabilirler ve merkezi yapılanma olmadan da örgütlenebilir ve başarılı sonuçlar alabilirler denir. Ancak gerek Wallstreet'i İşgal hareketinde gerekse Haziran Direnişinde ve diğer muhalif hareketlerde lidersiz ve yatay örgütlenme modellerinin başarı sağlayamadığını göz önünde bulundurmak gerekir. Postmodern direnişlerde bir türlü sonlanmayan tartışmalar, alınamayan kararlar, ne yapacağını bilemeyen insanlar genel görüntünün öne çıkanlarıdır.

Postmodernitede yaşamı diyalektik bir bütün içinde değerlendiren siyasi parti ve örgütler yerine sivil toplum örgütleri önem kazanır. Bunun nedeni büyük anlatıların sonlanmış olduğu düşüncesiyle bağıntılı olarak küçük anlatıların önem kazandığına inanılmasıdır. Siyasal aktivitenin merkezine ise müzakereci demokrasi oturmuştur. Nesnel koşulların ve determinist etkilerin önemini kaybettiği postmodern tahayyül dünyasında değişim öznelerin birbirleriyle etkileşimine indirgenir. Nesnel doğruların olmadığı bu tahayyül dünyasında doğrular özneye göre değişiklik gösterdiği için ortak doğruyu bulmak sadece özneler arası diyalogla sağlanabilir. Bunun siyaset dünyasındaki karşılığı müzakereci demokrasi olarak adlandırılır.

Müzakereci demokrasinin gerçekleşebilmesi için toplumdaki her bir siyasi öznenin varlığının ve özgürlüğünün güvence altına alındığı bir demokrasi gerekir. Buna çoğulcu demokrasi adı verilir. Çoğulcu demokrasi içindeki siyasi öznelerin birbirleriyle müzakere etmesi sonucu toplumsal doğrunun ortaya çıkacağı varsayılır. Buradaki yanlış postmodernizmin diğer alanlardaki gibi sınırsız bir öznellik içinde kalarak üretim ilişkileri, sınıf mücadelesi ve emperyalizm gibi nesnel etkenleri göz ardı etmesi ve siyasal yaşamı söz edimine, diyalog ve müzakereler sürecine indirgemesidir. Sermaye sınıfı idaresiyle, yargısıyla, polisiyle, medyası ve eğitim sistemiyle baskı ve ideolojik hegemonyasını kurarken müzakereci demokrasiyle sistemi iyileştirebilme söylemi oldukça naif kalmaktadır. Kuşkusuz müzakereci demokrasinin yürütülmesi gereken siyasal süreçler olabilir. Ancak postmodern siyasette ana eksenin ve temel mücadele şeklinin bu olduğu göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Postmodern siyasette eşitlik ve özgürlük kavramları arasındaki denge aşırı şekilde özgürlük kavramı lehine bozulmuştur. Bunun nedenini gene sınırsız öznellik temeline bağlamak yanlış olmaz. Özgürlük siyasal, hukuksal ve ahlaki düzlemlerde gerçekleşebilir. Bunların hepsi de üstyapıya özgüdür. Oysa eşitlik yukarıda sayılanlara ilaveten iktisadi düzeyde de gerekebilir. Örnek vermek gerekirse hukuksal olarak her vatandaşa yurt dışı seyahat özgürlüğü verebilirsiniz ama parası yeterli olmayan gidemez. O halde özgürlüğün tam anlamında gerçekleşebilmesi için eşitlik ilkesinin de uygulanıyor olması gerekir ve bu önemli ölçüde nesnel kıstaslara ve iktisada dayanır. Hiç de postmodernizme göre kıstaslar değil! Böyle olduğu için de postmodern tahayyüller kapitalizm sınırları içinde alternatif arayışları olarak kalıyor. Her ne kadar büyük söylemlerin sonu ile hem liberalizm hem de sosyalizmin sonu ilan edilmişse de postmodernizm pratikte liberalizmle barışık kalır. Parçalılık fikri tam da liberalizmin bireyi toplumdan tecrit eden anlayışına uygun görünüyor. Eşitlik kimlikler arası eşitliğe vurgu yaparken iktisadi eşitlik dışlanır. Aşırı özgürlük vurgusu diğer faktörleri göz ardı ederek salt bir otorite karşıtlığı sığlığına iter postmodernistleri. Bunun siyasal yaşamdaki örneklerinden biri Esad’a karşı gerici Suriye muhalefetinin desteklenmesidir. Esad’ın otoriterliği karşısında şeriatçı gericilik özgürlükçülük adına desteklenmiş, emperyalizm göz ardı edilmiştir.

Postmodern siyasal anlayışın çözülmesi gereken toplumsal sorunlar arasında önem ve nedensellik anlamında hiyerarşi gözetmeme söylemi de karakteristik özelliklerinden biri. Postmodernistler bunu "Acılar birbirleriyle yarıştırılamaz" ifadesiyle simgeleştirirler. Örnek olarak iş yerinde patronu tarafından ezilen bir erkek işçinin evde karısını ezmesi, kadının ise çocuğu ezmesi gösterilir. Dolayısıyla toplumun tüm katmanlarında  görülen sömürü veya egemenlik biçimleriyle karşı karşıyayız ve birini öncelikli ya da belirleyici kabul edemeyiz denir. Bu sorunlar arasında ayrım ve hiyerarşi oluşturmadan hepsinin çözümü için eşit uğraş verilmelidir. Postmodernizm, tarihsel materyalizmi ret ettiği için böyle bir sonuca varır. Uğraş alanımız toplum ve siyaset değilde psikiyatri olsaydı "Acılar birbirleriyle yarıştırılamaz" sözlerini onaylayabilirdik. Gerçekten de duygu dünyası için bunu ölçecek bir yöntemimiz yok. Ancak tarih boyunca insanlar için en büyük acı kaynaklarının başında olan savaşların istisnaları olsa da ekonomik sebeplerle gerçekleştiğini biliyoruz. Daha fazla toprak, köle, yeraltı kaynakları veya vergiye sahip olma yarışı kısacası mülkiyetçilik belirleyici olmuştur tarihin gidişatında. Mülkiyetler ise sınıf savaşımlarında belirlenmiştir. Etnik ve dini görünen çatışmaların bile özünde sınıf savaşımı görülür. Günümüzde emperyalizm olgusunu göz ardı ederek dünya siyaset sahnesi tahlil etmek ve milyonların acılarına çare üretmek mümkün değildir. Bu durumda sınıf savaşımını ve emperyalizm olgusunu siyasetin merkezi bir konumuna yerleştirmemiz gerekir. Böyle bir nedensellik ve önem hiyerarşisi izlemek diğer sorunları kabul etmemeyi ve onlar için mücadele etmemeyi gerektirmez.

Gene örnek üzerinden gitmek gerekirse Suriye'de Esad'ın otoriterliği ile mücadele etmek orada emperyalizmin oynadığı role karşı mücadele ile eşit önemde olmamalı. Eğitim sistemimiz dahil tüm Türkiye toplumu gerici bir düzene gittikçe daha çok dönüştürülürken “dini inançlara özgürlük” söylemi gericilikle mücadele ile eşit önemde olmamalı.

Sonuç olarak postmodernizm, sanat ve mimari gibi alanlarda farklı bir renk ve kültürel zenginlik getirmişse de siyaset dünyasında liberalizme ve muhafazakarlığa dolaylı yoldan hizmet etmiş, insanlığa kapitalizmin sınırlarını aşan bir vizyon da sunamamıştır. Sınırsız bir görelilik ve öznellik sebebiyle akıl ve bilim insani değerler içindeki yerini boşaltmış burayı dinler doldurmuştur. Özgürlük ve çoğulcu demokrasi söylemleri dayanışma toplumuna değil parçalanmış toplumdaki her bir izole parçayı korumaya ve yüceltmeye hizmet etmiştir. Bütünselliğin dağılmasıysa liberalizme yaramıştır.

04 Haziran 2014

FIFA 2014'ü Boykot Vakti

Brezilya halkı ülkelerinde yapılacak olan FIFA 2014 Dünya Futbol Şampiyonası’nı protesto ediyor. Eğitim, sağlık gibi temel insani ihtiyaçlara yeterli bütçe ayrılmamışken ve halkın büyük bir bölümü yoksulluk içindeyken, futbol endüstrisine büyük yatırımlar yapılmasını kınıyor (1,2,3). Brezilya halkıyla, Brezilya emekçileriyle dayanışma vakti!





İspanya’nın faşist diktatörü Franco'nun halkı gerçek toplumsal sorunlardan uzak tutmak için 3F formülü futbol, fiesta, fado idi (4). Ülkelere göre varyasyonları olsa da sanırım halen kullanılan bir formül.

Bu sebeple Türkiye dahil olmak üzere dünyanın büyük bir bölümünde futbola haddini aşan yatırımlar yapılıyor. Kimi futbol yıldızının 90 dakikada aldığı parayı bir işçi 20 yılda kazanamıyor. Aradaki fark böylesine ciddi bir fark olduğu için “E adam da oynuyor hani, tabi alacak!” demenin ciddiye alınabilecek bir yanı olmamalı.

FIFA 2014 Dünya Futbol Şampiyonası diğer pek çok şampiyona gibi futbolcular ve teknik direktörler için piyasa değerini etkileyen bir pazar. Bu pazarda daha yüksek performans gösterenin piyasa değeri de yükselecek. Her bir kulüp finans gücü oranında bu pazardan pay alabilecek. Tabii ki Manchester United, Real Madrid, Barcelona, Bayern Munich gibi finans kaynakları güçlü olan kulüpler en iyilerini.




Yaşamımızın neredeyse her alanı piyasacılığın hegemonyası altında. Kapitalizm yaşamın her alanını metalaştırdığı gibi futbol sporunu da metalaştırdı, spor ruhunu öldürdü. Artık Ali Sami Yen adı bir insani değer olarak bir stadyuma isim olarak verilmemekte, finans kaynağı olarak Türk Telekom Arena adı tercih edilmekte. İnşa halinde olan eski İnönü Stadı’nın yeni adı ise Vodafone Arena. Bazı kulüplerin henüz bu yönelime girmemiş olmasıysa akıntının genel yönünün bu olmadığını göstermiyor. Başarının paraya endekslendiği, her şeyin rating ve şov değeri taşıdığı ortamda sadece stadyumların isimleri değil futbolcular da tamamen bir meta. Eskiden adı kulüple özdeşleşmiş bazı futbolcuların satılması düşünülemezken, ayıplanırken, artık hiç bir futbolcu satılamaz değil. Hepsinin maddi değeri yerini bulduğunda satılabilir, alınabilir.

Futbol sporu futbolcusu, teknik direktörü ve kulüpleriyle artık bir spordan ziyade endüstri ve ticaret alanı. Piyasa kurallarının ve kapitalizmin yoğun şekilde kirlettiği bir alan. Halk içinse sıklıkla toplumsal düzenin metalaşmasının ve insani değer erozyonunun yarattığı manevi boşluğu doldurmak için bir aidiyetlik ve kimlik arayışı alanı. Kendinden kaçarak takımla özdeşleşmenin alanı. Herkes için böyle olmasa da önemli ölçüde böyle sanırım.

Futbol hem seyreden hem de seyredilen açısından uzun zamandan beri zıvanadan çıkmış durumda. Brezilya'da yapılacak olan FIFA 2014 şampiyonası için bu durum daha da bariz. Yeni stadyumların inşası sırasında gerekli güvenlik önlemleri alınmadığı için altı işçi hayatını kaybetti (5). Milyarlarca euro yoksullara yardım ve eğitim, sağlık gibi alanlara harcanmak yerine Brezilya'nın futbol imajına harcandı. Bu sebepler boykot için neden FIFA 2014 seçildi sorusuna uygun yanıtlar oluşturuyor.





Brezilya'daki stadyum inşaatlarındaki kazalardan birinde üç işçi öldü.

Enternasyonalizmi, halkların kardeşliğini göstermenin tam zamanı!

FIFA 2014 maçlarını izlemeyelim! Hatta şampiyonanın başlayacağı 12 Haziran günü bulunduğumuz şehirlerde boykot nedenimizi anlatan döviz, pankart ve broşürlerle bunu eyleme de dökelim.

Bu bir çağrı, bir öneri.

İnsanların bireysel tercihleri üzerinde bir dayatma (empoze) değil. Tercihlerimiz üzerindeki etkenleri incelemeye, anlamaya çalışarak tercihlerimizi değiştirme çabası ve daveti. Kişisel tercihlerin nihai kertede bireylere ait olması o nihai kerteye giden süreçteki olay ve olguların göz ardı edilmesini gerektirmez. Yapılmaya çalışılan bu olay ve olguları göstererek seyretme tercihi olanların fikrini değiştirmek. Bu sömürü ve egemenlik aracına dikkat çekmek.

Bu boykotla ne kazanabiliriz?

Kapitalizm sadece futbol sektöründe değil sağlık sektöründen eğitim sektörüne, sanattan edebiyata, günlük yaşantıdaki bireysel ilişkilere kadar çok geniş alanda tahribat yarattığı için sadece bu tür boykotlarla böylesine hegemonik bir gücü yıkmak, temiz bir düzen kurmak mümkün değil. Ancak yaratılan tahribatlara dikkat çekmek ve direniş odakları oluşturarak domino etkisiyle tüm yaşam alanlarındaki direniş odaklarıyla birleşen köklü değişikliklerin öncülleri olabilir.

Daha güzel bir dünya için mücadele vermek, Brezilya halkıyla dayanışmak, güzel bir futbol maçından daha fazla haz ve mutluluk verebilir.


1) http://www.sendika.org/2014/01/brezilya-dunya-kupasina-karsi-36-sehirde-eylem-cagrisi/

2) http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/25238486.asp

3) http://www.dw.de/kupa-protestolar%C4%B1-dinmedi/a-17576126


4) Fado: Müzik, Fiesta: Eğlence

5) http://www.sendika.org/2013/12/brezilyada-dunya-kupasi-6-isciyi-oldurdu/

29 Mayıs 2014

Mr. Banks, Psikanaliz ve Liberalizm

Türkiye’de 2014 yılı başlarında vizyona giren filmlerinden biri "Mr. Banks" (Saving Mr. Banks). Emma Thompson ve Tom Hanks’in başrolleri oynadığı film, beyazperde.com'da beş üzerinden 4.5 yıldız (1) ve uluslararası film veri tabanında (IMDB) on üzerinde 7.6 puan yanında tüm zamanların en iyi 500 filmi arasına girme başarısı elde etmiş (2). Bu yazımda Mr. Banks filmini sinemacılık yönünden değil liberal ideolojiyi yayma aracı olarak bir Hollywood filmi  olması yönünden ele almaya çalışacağım. Senaryoyu deşifre etmem gerektiğinden ve haliyle filmin senaryosu anlatılacağından filmi seyretmemiş olanları baştan uyarmakta fayda görüyorum.
Öykü yazarı Bayan Travers (Emma Thompson) aksi bir yaşlı kadındır. Yazdığı Mary Poppins adlı çocuk kitap dizisi Bay Walt Disney tarafından sinemaya uyarlanmak istenmektedir (3). Bayan Travers telif haklarını vermek için film senaryosunun da istediği gibi olmasını ister ve detaylara girer, sürekli sorun çıkartır. Film ilerlediğinde anlıyoruz ki Bayan Traves kitaplarında çok sevdiği ve çocukken kaybettiği babasını yaşatmaktadır. Film senaryosunun detaylarına girmesi ve bir türlü beğenmemesi anılarındaki baba imgesinin bozulmasını önlemek içindir.
Geri dönüş sahneleri (flashback) ile ise görüyoruz ki Bayan Traves’ın çocukluğunda babasıyla olan ilişkisi toz pembe şekilde sürerken babanın çalıştığı bankadan kovulması, alkolizme yönelmesi ve sosyal itibarını yitirmesi ile dramatik bir hal alıyor. Ardından altı yaşında iken babasının influenza enfeksiyonu (4) sebebiyle ölümüne şahit oluyor. Yaşlılığında aksi olmasının nedenini bununla bağlantılandırıyoruz. Çünkü Sigmund Freud’dan beri kişiliğin oluşumunda çocukluk hayatının ve bu dönemde yaşanan ruhsal travmaların önemini biliyoruz.
Bayan Travers’ın “yardımına” Bay Freud pardon Bay Walt Disney geliyor. Çünkü kitabın sinemaya uyarlanma hakkı için Bayan Travers’ın ikna edilmesi ve imzası gerekiyor. Walt Disney de aynı Bayan Travers gibi travmatik bir çocukluk yaşamıştır. Babasının gazetelerinin hem sabah hem de akşam baskılarını buz gibi soğuk havalarda ve boyuna varan karlar içinde dağıtmıştır. Yorgunluktan dersleri bile dinleyememiştir. Ama artık bu üzücü anılardan yorulmuş ve onlardan kurtulma vaktinin geldiğine inanmıştır. Bayan Travers’ın da ruhunu yoran anılarından kurtulma vakti gelmemiş midir? (Artık yaklaşık altmış beş yaşındadır).
Burada geleneksel psikanalitik yaklaşımı izleriz. Bay Walt Disney, Bayan Travers’ın uzlaşmaz tavırlarının çocukluktaki kökenlerini fark eder, empati yapar ve buna ek olarak kendi yaşam deneyiminin benzerliğini göstererek duygudaşlık da gösterir. Böylece kilit açılır, imza alınır, Bayan Travers’ın ruhu geçmişin zincirlerinden azade olur.
Filmde kişilerin ruhsal kurtuluşunun ya bizzat kendilerinin eseri (Walt Disney) ya da bireyler arası ilişkiler yoluyla (Bay Walt Disney’in Bayan Travers üzerindeki etkisi)  olabileceği gösterilir. Genel toplumsal ilişkiler dışlanmış bireysel ilişkiler merkeze alınmıştır.
Bayan Travers altı yaşında babasını kaybetmiş ve altmış beş yaşında kitabı filme uyarlandığına göre aradaki onca uzun zaman boyunca kendisini çözümleyecek ve “kurtaracak” birisi çıkmamıştır içinde bulunduğu toplumda. Ne zamanki kitabının telif hakkı için bir meta değeri olmuş işte o zaman bir ticari ilişki içinde onu çözümlemek zorunda kalan birisi kurtarıcısı olmuştur. Bu kişi bir kapitalist olan Walt Disney’dir. Bu dolaylı olarak toplumun kalan kesimi yarım asırdan fazla bir süre Bayan Travers’a yardım eli uzatmadığı için ruhsuz bir toplumdur anlamına da gelir.
Ne zor bir çocukluk geçiren Bay Walt Disney ne de Bayan Travers geçirdiği zorluklara neden olan toplumsal düzeni sorgulamaktadır. Walt Disney kendisini babasının kazancı için çocukluğundan feragat etmek zorunda bırakan toplumsal-ekonomik düzeni sorgulamaz. Sadece çok üzgün ve ruhu yaralıdır. Bayan Travers da ne babasının bankadaki işinden atılıp işsiz kalmasına neden olan toplumsal düzeni sorgular ne de onu alkolizme sürükleyen nedenleri. Babanın bir hastanede değil evde ölmesi bile ele alınmaz. Tüm kötülüklerin yükü bireylerin omuzuna yüklenmiş gibidir. Toplum, siyasal ve iktisadi sistem suçsuzdur.



Tüm kötülüklerin yükü bireylerin omuzuna yüklendiği gibi çözümleri de bireyseldir. Acılar bireyin ruhunu yormuştur ve artık bundan kurtulmak gerektiğini idrak ederler işte bu kadar. Bay Walt Disney çocukluğunu yaşatmayan toplumsal düzeni sorgulamaz. Zaten artık zengin bir kapitalisttir o. Bayan Travers’ın kitabını sinemaya aktarmak istemesinin nedeni ise ticari değil çocuklarının çok istemesidir. Bu şekilde aslında kar amacı değil çocuklarının mutluluğu için çaba gösteren bir kapitalist portresi çizilmeye çalışılırken bir firmanın onca çalışanın ve mali kaynakların sırf çocuklar istedi diye harekete geçirilmesi kapitalizmin nasıl da keyfi ve akıl dışı bir mekanizma şeklinde işlediğini de sergiliyor. Bu şekilde Mr. Banks filmi pek çok Hollywood filmi gibi liberalizm ideolojisini sinsi bir şekilde izleyiciye zerk etmeye çalışırken kapitalizmin irrasyonelliğini ele vermekten kurtulamıyor.
Toplum matematiksel olarak bireylerin toplamı olsa da ona asıl anlamını veren basit bir matematiksel toplam değil sinerjik bir toplam olmasında. İki hidrojen atomu ile bir oksijen atomunun toplamı onların tekil varlıklarıyla değil su molekülünün varlığıyla sonlanıyor. Farklı bir anlam ve nitelik kazanıyor. Toplumlar da tekil bireylerin toplamıyla değil farklı bir sinerji ve yeni ilişkiler ağıyla anlam kazanıyor. İşte bu anlam liberalizmin bireyi merkeze alan anlayışı tarafından göz ardı ediliyor. Bireyciliğin öne çıkarılması sadece Mr. Banks filminde değil pek çok Hollywood filminin ana eksenini oluşturuyor. En uç örneklerini Süperman, Batman, Robocop, Hulk, Spiderman, Ironman vb. filmlerde gösteriyor. Bunlarda toplumu felakete veya kurtuluşa götüren iyi veya kötü tekil bireylerdir. Toplum kötülüklerden sorumlu olmadığı gibi kendisini toplumsal mücadele ile de kurtaramaz, acizdir, güçsüzdür. Onu kurtaracak olan olsa olsa süperman gibi ideal bireylerdir. Zeki , hızlı, güçlü ve iyiliksever. Sadece fantastik ve bilim-kurgu filmlerde değil polisiye ve aksiyon filmlerinde de böyle. Zeki, hızlı, çevik ve aynı zamanda duygusal kahramanımız “iyi” toplumu kötü insanlardan kurtarır. Böylece kapitalist düzenin bekasını sağlar.
Mr. Banks filmi ve diğer hepsi yaşamlarımız üzerindeki toplumsal etkenleri ya görmezden gelir ya arka plana atar. Birey-toplum ilişkisini parçalar, mutluluğu salt bireylerin kendi çabasına indirger. Kötülükten sorumlu da tekil bireylerdir. Kapitalist toplum aslında huzurludur ve onun huzurunu bozan ya doğal felaketler ya uzaydan gelenler ya da psikopat katiller vb.’dir.
Bayan Travers kendisini anlayan ve çözen birini bulmuştur ve “psikanalizi” tamamlanmıştır. Artık “mutludur”. Sevgili babasını mutsuz eden koşulları, sözleşmeli ve güvencesiz iş yaşamını, kişileri alkolizme yönelten etkenleri çözmek ve hiç olmazsa başka insanların benzeri acılar yaşamaması için mücadele etmeyi düşünmez. Telif hakkını satmış ve oturduğu evin borcunu bu şekilde karşılamıştır. Kapitalizmin ve liberalizmin insanları içine soktukları sığlık bu olsa gerek.

19 Mayıs 2014

Sendikalar İdeolojilerden Uzak mı Durmalı?

AKP’ye yakınlığı ile bilinen Memur-Sen konfederasyonu 2010 Referandumunda “Evet” oyu yönünde irade bildirdiğinde Tayyip Erdoğan tarafından “ideolojik olmayan” sendikacılığından dolayı kutlanmıştı. Benzer anlayışlar tabanda da gözleniyor. Birkaç yıl evvel küçük kızımın okuldan çıkışını bahçede beklerken hemen yanımda konuşan iki öğretmenden birinin diğerine sendikalardan yana dert yandığına “Birinin solcu diğerlerinin sağcı olduğu, hiçbirinin de kendisine uymadığı” şeklinde konuşmasına kulak misafiri olmuştum. Zaman zaman benzeri söylemlerle karşılaştığım için demek ciddiyete alarak yanıtlamak gerekiyor bu yaklaşımları.

Emekçilerin (1) öz örgütlenmesi olan sendikaların işlevlerini sağlıklı bir şekilde yerine getirebilmesi için ülkenin ve dünyanın başta iktisadi ve siyasi süreçlerini tahlil edebilmesi gerekir. Emekçilerin hakları tüm bu koşullarla yakından ilgilidir. Söz konusu süreçlerin tahlil edilebilmesi ise belli bir düşünce sistemini gerektirir. Bu düşünce sistemine ideoloji diyoruz. İdeolojiyi, siyasal veya toplumsal öğreti olup kendi içinde tutarlılık iddiası taşıyan fikirler bütünü olarak da tanımlayabiliriz. İdeolojiler insan toplumunu iktisadi, siyasi, hukuksal, ahlaki ve kültürel yönleriyle anlamaya ve ona yöne vermeye çalışır. O halde ideolojiler sendikaların yolunu gösteren bir rehber işlevi görebiliyorsa yapılması gereken bu rehberden kurtulmak değil hangi rehberin doğru yolu gösterdiğini tespit etmeye çalışmak olmalıdır.

1980’lere kadar ülkemizde dışa kapalı, ulusal bir iktisadi model uygulanıyordu. Özal ile birlikte uluslararası piyasaların bir parçası olmaya başladık. Sonraki hükümetler de aynı politikaları devam ettirdiler. AKP ile tepe noktasına varıldı. Tüm bu süreç boyunca kamu iktisadi teşebbüsleri satıldı, özelleştirildi. Güvenceli çalışmaya dayalı istihdam modeli yerine sözleşmeli çalışma modeli yaygınlaştırıldı. Performansa dayalı ücretlendirme, kısmi süreli (part time), evden çalışma, parça başına ücret gibi emek politikaları izlendi. Tüm bunlar uluslararası büyük sermayenin ve onun IMF, Dünya Bankası gibi temsilcilerinin dünya çapında uyguladığı ve dayattığı neoliberal ideoloji temelli politikalardır. O halde emekçiler olarak dünya genelinde neoliberal ideoloji doğrultusunda hakimiyet kurmuş bir sistemle karşı karşıyayız.

Söz konusu neoliberal sistem  iktisadi, siyasi, hukuksal, ahlaki ve kültürel alanlarda söylemleri olan bir bütün. Böyle bütüncül bir sömürü sisteminin karşısına emekçiler olarak sadece daha fazla ücret istemiyle çıkmak yeterli başarıyı sağlayamayacaktır. Sömürü ideolojisinin karşısına kurtuluşçu bir ideolojinin rehberliğinde karşı çıkılırsa etkili olabilir. Bu ideolojik rehber siyasal alanda siyasi parti ve örgütlere, emek alanında ise sendikalara yol göstermelidir.

Sendikalarda ideolojik bakış açısını dışlamak sömürü sistemi karşısında silahsız ve çıplak kalmak anlamını taşır. Var olan sistemin devamına yarar. “Sistem iyi sadece biraz daha fazla ücret ve sosyal hak alalım yeter” anlamına gelir. Oysa sistemin ülkemizde ve dünyada nasıl biçimlendiğine kısaca da olsa yukarıda değindim. Daha açıklayıcı olabilmesi için örnek üzerinden gidelim. Avrupa veya ABD’deki Nike, Adidas, Microsoft gibi firmaların çalışanlarının siyasi ve ideolojik perspektif olmaksızın daha fazla ücret ve sosyal hak gibi taleplerle işverenlere baskı yapması ne derecede sonuç verebilir? Kanımca fazla değil. Çünkü bu gibi firmalar daha ucuz iş gücü ve daha az vergi gibi amaçlarla uzun zamandan beri üretim yerlerini G. Kore, Tayvan, Malezya, Çin gibi ülkelere taşımış durumdalar. Bu durumun batıdaki emekçilerin işveren karşısında pazarlık gücünü azaltıcı bir etkisinin olacağı açık. Demek ki uluslararası sermaye gruplarının dünya çapında izlediği taktiklere karşı emekçiler olarak geniş açılı bakış gerekiyor. Bize bu geniş açılı bakışı sağlayan ideolojik ve siyasi tahlillerdir. Bunların aydınlatıcı bilgileri olmadan dünyayı anlayamaz, çözüm de üretemeyiz.

Peki günümüz Türkiyesinde pek çok insanı “ideoloji” sözcüğünden ürküten nedir? Bunun yanıtını 12 Eylül faşizminde ve onun uyguladığı korku ve cezalandırma politikalarında aramak gerekiyor. 12 Eylül darbecileri süre giden sömürü ve egemenlik düzenini değiştirmek isteyen yüz binlerce insanı göz altına almış, zindanlarda çürütmüş, bir kısmını idam etmiş, binlerce insanın yurt dışına kaçmasına yol açmış, sansürlerle söz hakkını engellemiştir ve benzeri baskı ve zulümlere maruz bırakmıştır. Halka bu şekilde korku salarak ideolojilerden uzak tutmaya çalışmıştır. Ancak tüm ideolojilerden değil sadece sosyalist ideolojilerden uzak tutulmaya çalışılmıştır. Milliyetçi ideoloji bir ideoloji olarak değil bir birlik, beraberlik ülküsü olarak maskelenmiştir. İslamcı ideoloji ise halka sömürü düzeninin getirdiği sıkıntılardan hiç olmazsa öteki dünyada kurtulabilme umudu verdiği için yararlı görülmüş ve ideolojiler üstüymüş gibi maskelenmiştir. Dolayısıyla görünüşte genel anlamda ideolojiler dışlanıyorken gerçekte dışlanan sadece sosyalist ideolojiler olmuştur.

O halde sanırım şunu deşifre etmiş bulunuyoruz: İdeolojilerin miadı doldu veya sendikacılar ideolojilerle uğraşmamalı diyenler ve ideoloji sözcüğüne olumsuz bakanlar, aslında kapitalizmi veya kapitalizm öncesi geri sistemleri savunmaktadırlar. Ya sömürenlerin bizzat kendileri ya da onların etkisi altında kalmış olanlardır.

Tekrar sendikacılar ideolojilerden uzak mı durmalı sorusuna dönelim ve somut bir örnek üzerinden konuyu işlemeye devam edelim. 15 Haziran 2013 günü AKP polisi Gezi Parkı’na zor yoluyla girmiş ve KESK (2) bunu izleyen ilk iş günü için grev kararı almıştı. Gezi Direnişi emek hareketiyle ilgili olsa da bu direnişe rengini veren emeğin hakları değildi. Hal böyle olmasına rağmen KESK doğru olanı yaptı ve grev kararı aldı. Gezi Direnişi emek hareketi değildir ve bizi ilgilendirmez demedi. 17 Haziran 2013 günü siyasi grev yaptı. Bu grevin gerekçesi emeğin kurtuluşunun bir bütün olarak sömürü ve egemenlik düzenin kaldırılmasında gören, bu sebeple diğer sömürülen ve ezilenlerle dayanışma amacı güden ideolojik-siyasi anlayıştır.

İdeolojik sendikacılık yapılmasın diyenlerin önemli bir bölümünün meslek sendikacılığını önerdiğine dikkat çekmek istiyorum. Meslek sendikacılığı şudur: Örneğin tüm sağlık çalışanları tek bir sendika altında toplanmaz ve hekimler ayrı bir sendika çatısı altında, hemşireler ayrı bir sendika çatısı altında, hasta bakıcıları vb. her sağlık meslek grubu ayrı bir sendika çatısı altında örgütlenir. Günümüzde egemenler tarafından bölünerek çıkar çatışması içine sokulan bu gruplar kendi meslek sendikacılığına ciddiye alınacak düzeyde ilgi duymaktadır. Bu büyük bir tehlikedir. Çünkü bu şekilde çalışanlar egemenlerle mücadele edecekleri yerde en çok birbirleriyle mücadele edecek duruma düşecektir. Sağlık alanından örnek vermek gerekirse hekim, hemşire, temizlik işçisi, hasta bakıcısı vb. birbirine düşecektir. Sokak köpeklerinin ortalarına atılan yiyecekleri paylaşmak için birbirleriyle dalaşmaları gibi egemenlerin dağıttığından daha fazla pay kapma mücadelesi esas olacaktır. Bu durumun egemenlerin ve sömürücü sınıfların hoşuna gidecek bir durum olacağı açık. İşte ideolojik perspektifi dışlayanların sığlıkları ve bu sığlıklarının bizleri içine düşürdüğü/düşüreceği durum budur.

İdeolojiler sendikal mücadelede bakış açısını genişletici ve derinleştirici enstrümanlardır. Bir dürbün doğa yürüyüşçüsünün yolunu ve bakış açısını belirlemede nasıl etkili oluyorsa ideolojiler de benzer şekilde sendikaların dünyayı daha iyi anlamasında etkili olur. Ancak ideoloji üretmek ve doğrudan doğruya ideoloji üzerine çalışmak sendikaların görevi değildir. Nasıl ki doğa yürüyüşçüsü dürbün üretmiyor, onun teknolojik gelişimiyle ilgilenmiyor ve onu sadece kullanıyorsa sendikalar da asıl işlev olarak ideoloji üretimi ve ona odaklı etkinlik yapmazlar. Bunun yerine örneğin içinde bulunulan dünyanın somut siyasal tahlilini yaparlar.

Sendikalarda ideolojilere yer verilmesi farklı ideolojik-siyasi yaklaşımlarda olanlar arasında hizipleşmeye, sendika içinde erk mücadelesine ve yıpratıcı tartışmalara yol açmaz mı diye sorulabilir. Bunlar elbette görülebilir ancak bu sorunun çözümü siyaseti ve ideolojileri dışlamakla değil yapıcı bir zeminde ele almakla çözülebilir. Pireye kızılıp yorgan yakılmaz. İçinde yaşadığımız toplumsal düzeni eleştiren ve daha iyi bir dünya mücadelesi verenler de içinde bulunduğumuz dünyanın tüm olumsuz yönlerinden kendilerini kurtaramamış olabilirler. Bunu düzeltmek gerekir.

Konuyu özetleyerek sonlandırmak gerekirse. İdeolojileri dışlayarak gerçekte yapılmak istenen insanların özgürce düşünmesini engellemektir. İdeoloji öcüsü esas olarak sağcıların veya onlardan etkilenmiş olanların söylemidir. Özellikle sosyalist ideoloji dışlanarak sömürü düzenine karşı halk çaresiz bırakılmak istenmektedir. İdeolojilerin siyasal dünyadaki uygulayıcıları siyasi partiler, emek dünyasındaki uygulayıcıları sendikalardır. Sendikalardaki siyasi-ideolojik hizipçiliği yok etmek için siyaseti ve ideolojileri bir kenara bırakmak değil sendikal etkinliği yapıcı ve geliştirici yöne kanalize etmek gerekir.

cbalcioglu@gmail.com


1) Emekçiler ile kast edilen ücretli emekçiler yani geçinmek için emeğini satmaktan başka olanağı bulunmayanlar.
2) KESK’in açılımı Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu

17 Mayıs 2014

Performansa Dayalı Ücretlendirme Olmazsa İnsanlar Yeterli Miktarda Çalışmazlar mı?

Performansa dayalı ücretlendirme sistemi bugün gerek ülkemizde gerekse dünyanın büyük bir bölümünde eğitim ve sağlık alanı ile kamu kurumları dahil olmak üzere pek çok sektörde neoliberal politikaların bir parçası olarak yaygın şekilde kullanılıyor. Sistemin meşruiyet kazanmak için dayandığı belki de yegane söylem çalışanlara performansa dayalı ücretlendirme yapılmazsa iyi çalışmayacakları varsayımından ibaret. Egemen sınıflar bu iddiaları ile halkı önemli ölçüde ikna etmiş de görünüyorlar. Bu noktaya tekrar değinmek üzere sürecin nasıl bu noktaya geldiğine göz atmakta fayda olabilir.

İkinci dünya savaşının ardından kapitalist devletler emekçilerin lehinde düzenlemelere giderek sosyal refah devleti adı verilen uygulamalara geçmişti. Egemen sınıfların bu politikaları emeğe gerçekten de değer vermelerinden kaynaklanmıyordu. Birincisi, savaş sırasında milyonlarca insanını kaybeden Avrupa’da ekonominin yeniden canlanması için emekçilerin motive edilmesi gerekiyordu. İkincisi, halkın Nazi tipi faşizme veya sosyalizme yönelmesini engellemek için sistemden aldığı payı artırmak gerekiyordu.

Sosyal refah devleti anlayışı gereğince emekçilere görece iyi bir ücret, iş güvencesi, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti, kreş hizmeti ve emeklilik sigortası gibi haklar verildi veya yaygınlaştırıldı. Ancak sosyal refah devletinin ömrü otuz yılı geçmedi. 1970’li yıllara gelindiğinde batı kapitalizmi için Nazi tipi faşizm tehlikesi yoktu. Sosyalizm ise Doğu Avrupa ve Doğu Asya’da halen güçlü olmasına rağmen batı ülkelerinde sosyalist partiler oldukça zayıflamıştı. Diğer yandan emperyalizmin girdiği üçüncü dünya pazarından elde edilen artı değerin bir kısmı batı ülkelerinde yaşayan emekçilere sus payı olarak dağıtılıyordu. İkinci dünya savaşının yaraları sarılmış, nüfus artışı yeniden sağlanmıştı. Gerek nüfusun artmasıyla gerekse mal üretiminin ucuz emeğin bulunduğu ülkelere yönelimiyle batıda emeğin değeri düşmeye başladı. Tüm bu etkenler emekçilere verilen hakların sermaye sınıflarınca geri alınmasının zeminini hazırlamış oldu.

Burjuvazi daha yüksek kar hedefini sağlamak üzere 1970’li yıllardan itibaren İngiltere’de Thatcher ABD’de Reagan öncülüğünde dünya çapında neoliberal politikaları uygulamaya soktu. Sağlık ve eğitim sektörünün özelleştirilmesi, sözleşmeli çalışma, esnek çalışma modelleri, performansa dayalı ücretlendirme bunlardan başlıcalarıydı. Performansa dayalı ücretlendirmede sabit bir ücret değil ölçülebilir bir kritere göre örneğin parça başına ücretlendirme söz konusu idi.

Performansa göre ücretlendirme neoliberal dönem öncesinde de görülmekle beraber sistematik ve yaygın kullanımı neoliberal dönemde oldu. Performansa göre ücretlendirme sistemi ile ücretli emek ve hak hiyerarşisinin altında yer alanların sisteme karşı direnişinin bir ifadesi olan verimlilik sorunu aşılmaya çalışılmaktadır. Örneğin saatte otuz ambalajlama yapabilme potansiyeline sahip bir işçi sahip olduğu hakların ve ücretin adil olmadığını düşünüyorsa bilinçli veya bilinçdışı bir tepki olarak saat başına yaptığı ambalajlama sayısını yirmiye indirebilir. İş güvencesi ve sabit ücrete dayalı istihdam koşulları bu gibi pasif direnişleri kolaylaştırmaktadır. İşte bu gibi direnişleri kırmak için neoliberal dönemde iş güvenceleri kaldırılmaya, ücretlendirmeler ise ölçülebilir kriterlere göre yapılmaya başlandı ve yaygınlaştırıldı.

Performansa göre ücretlendirme sistemi sadece hak ve ücretli emek hiyerarşisinin altında yer alanlara değil üstünde yer alanlara da uygulandı. Çünkü bu kesimde de iş verimliliği burjuvazinin istediği düzeyde değildi. Ancak buradaki verimlilik sorununun nedeni sisteme karşı bir direniş değil görece de olsa sistemden istenilen payı koparmış olmanın getirdiği motivasyon azalması idi. Bu sebeple müdürler, başhekimler, CEO’lar ve benzeri yöneticiler de performansa dayalı ücretlendirmeye tabi tutuldular. Bu şekilde tüm çalışanların verimliliği artırılmaya çalışılırken aslında nihai amaç işletmelerin karında artış ve sermaye birikimi idi. Tabii ki bunu halka daha fazla kar ve sermaye amaçlıyoruz diye değil sizlere daha fazla mal ve hizmet ulaştırmak için yapıyoruz diye sundular. Performansa göre ücretlendirme ve sözleşmeli istihdam tüm çalışanların sırtında görünmez bir kırbaç gibi oldu. Eski kölelerin kırbaç korkusuyla işe sarılmaları gibi modern köleler de düşük ücret ve sözleşmenin sona erdirilme korkusu ile işe daha çok sarılmak zorunda kaldı. Bu durum üretimde göreli artışı ve ekonomide “canlılığı” sağlayarak sistemin sağlıklı işlediği sanısı yarattı ve öyle sunuldu. Öyle sunulabilmesi için ekonomik büyüme bir ülkenin refah ve mutluluğu için en önemli kriterlerden biri gibi gösterildi. Diğer yandan performansa göre ücretlendirme sistemi çalışanları performans kriterlerini yakalamak için etik dışı davranışlara yöneltirken, iş yeri içinde rekabete bağlı iş barışının bozulmasına ve performans kriterine ulaşanların bu noktadan sonra veriminin birdenbire düşmesine yol açtı. Eğitim ve sağlık kurumları dahil iş yerlerinde etik ve bilimsel değerler değil işletmenin karına katkı ve personel rating puanı en önemli değerler oldu.

Performansa göre ücretlendirme ve sözleşmeli istihdam modeli bireylerin kapitalist sistem içinde topluma, devlete ve kendisine karşı yabancılaşması sonucunda verim düşüklüğüne çare bulmak için bir girişimdir. Bu politikalar aynı zamanda liberalizmin insan doğasına kötümser baktığının önemli göstergelerini de oluşturuyorlar. Liberalizme göre insan doğasında tembellik ve tüketicilik vardır. Çalışmak için sürekli bir dış tehdit veya maddi mükafatlandırma gerekir. İş güvencesinin kaldırılması ve performansa dayalı ücretlendirme işte bunu sağlar.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Fukuyama’nın tarihin sonu teziyle kapitalizmin nihai zaferini ilan etmesi yaygın kabul görünce neoliberal ideolojinin toplumların genelinde yukarıda anlatılmaya çalışılan başlıca söylem ve uygulamalara dayanan hegemonyası da sağlanmış oldu.

Bu yazının başlığında sorulan soruya dönecek olursak, yanıtı evet, ama kapitalizmde performansa dayalı ücretlendirme olmazsa insanlar potansiyelleri oranında çalışmamaya meyil gösterirler. Daha doğru bir ifadeyle potansiyellerini gerçekliğe dönüştürecek verimlilik sorunu gözlenir. Bunun nedeni kişilerin sisteme ve giderek topluma ve kendisine de yabancılaşmasıdır. Bu yabancılaşma liberalizmin birey merkezli dünya anlayışının bencil bireyler yaratmasının da sonuçlarından biri. Bencil birey toplum için değil sadece kendisi için çalışıyor. Peki yabancılaşmayı nasıl aşabiliriz?

Performansa dayalı ücretlendirme sistemine karşı direniş.

Yabancılaşmayı günlük yaşam pratiklerimizde zaten zaman zaman aşıyoruz. Örneğin sevdiğimiz yakınlarımız ve dostlarımızla yaptığımız bir orman kampında kişilerin kamptaki çalışma performanslarıyla orantılı yemek dağıtmıyoruz. Kim daha çok odun getirirse o akşam daha çok ısınsın demiyoruz. Çünkü birbirine yabancılaşmamış küçük bir topluluğuzdur. Herkes elinden geldiğince çalışır, ortak üretilip ortak tüketilir. Ne zamanki kamptaki biri veya birileri kasıtlı olarak diğerlerinin emeği üzerinden yaşamaya çalışırsa o zaman yabancılaşma dediğimiz süreç başlar. Günümüzün modern büyük toplumlarında olan da budur. Sömürü ve egemenlik ilişkileri yabancılaşmaya yol açmış, yabancılaşma şüpheyi, endişeyi, güvensizliği ve benzeri duygu, düşünce ve davranışlara yol açmıştır.

Yapılması gereken sadece performansa dayalı ücretlendirme sistemini değiştirmek değil tümden siyasi, toplumsal ve ekonomik sistemi değiştirmektir. Sömürü ve egemenlik düzeni yerine eşitlik ve özgürlük temellerine dayalı yeni bir düzen gerekiyor. Çözüm insanların kişiliklerini özgürce geliştirebileceği ortamın yaratılması, toplumda herkesin eşit hak ve olanağa sahip olması ve de toplumsal süreçlere bir özne olarak katılabilmesinde yatıyor. Tüm bu ideal koşulların sağlanamadığı durumlarda ise kişi sorunun bir sömürü ve egemenlik düzeninden değil koşulların zorunluluğundan kaynaklandığını görebilmesi gerekir. İdeal durumun sağlanamadığı durumlarda bile bu hedeflere yönelik söylem ve çabanın gerçekleşmesi, sürecin içinde ve ilerliyor olmanın bilinci, yabancılaşmayı engelleyecektir. Geminizin karaya doğru gittiğini biliyorsanız karaya ayak basmadan da kendinizi iyi hissedebilirsiniz. Kapitalizmin ve sınıflı toplumların gemisinde iyi bir yere gitmediğimiz için gemide umut ve huzur hakim olamaz. Böyle olunca kürekçileri çalıştıran da umut değil geminin egemenlerinin kırbaçları olacaktır.

10 Mayıs 2014

Normandiya mı?


Günümüzde algı çarpıklığı yaratmak için gerçeklerin doğrudan inkarı gerekmiyor. Başta medya olmak üzere iletişim araçları ve eğitim kurumları aracılığı ile gerçekliğin sadece belli bir bölümünün algılatılması yoluna gidilerek de algı çarpıklığı yaratılabiliyor. Suçlu olan tabii ki bu iletişim teknolojileri değil onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanan hakim sınıflar.


Söz konusu çarpıtma örneklerini saymak bile bir mesele. Bunlardan bir örnek Amerikan emperyalizminin  avrupa ana karasını Nazilerden kurtaran  güçlerden biri olarak kendisini öne çıkarması. Tabii ki bunu diğer iki güç olan SSCB ve İngiltere’nin katılımını inkar etmeden ancak Normandiya çıkarması hakkında sinema filmi (Er Ryan'ı Kurtarmak, D-day), belgesel film, PC ve konsol oyunu (Company Of Heroes, Battlefield 1942, Medal of Honour) ve benzeri yayın ve araçlarla sağlıyor.

Söz konusu tarihi kesite kısaca göz atalım. İngiltere 1939 yılından itibaren ABD ise 1941 yılından itibaren Almanya ile savaş halindeydi. Ancak kıta avrupasına çıkarma yapabilmek için 6 Haziran 1944’e kadar beklemek zorunda kaldılar (1). Bunun sebebi 1943 sonbaharına dek Fransa’da güçlü bir Alman ordusunun bulunmasıydı. 1943 yılında önce Şubat ayında Stalingrad’da 6. Alman Ordusu teslim oldu. Temmuz ayında ise Kursk yakınlarında Prokhorovka'da gerçekleşen dünya tarihinin en büyük tank savaşında (2) Naziler çok büyük askeri kayba uğradı. 


Prokhorovka Muharebesinde tahrip edilmiş bir Nazi tankı (12 Temmuz 1943).
Bunun üzerine Nazi Genelkurmayı Fransa’daki yedi tümenini doğu cephesine sevk ederek gediği kapatmaya çalıştı. Bu şekilde Fransa sahillerinin savunması zayıflamış oldu ancak kışın yaklaşmış olması ve çıkarma hazırlıkları sebebiyle yaz beklendi.


1944 Haziran’ı geldiğinde Fransa’daki Alman güçleri zayıflamış olmasına rağmen iki ana çıkarma bölgesinden biri olan İngilizlerin çıktığı Caen bölgesinde ciddi bir savunma yaptı ve zaman zaman karşı saldırılarda bulundu (3). İngilizler Caen’i güç bela alabildi. Yedi Alman tümeni doğu cephesine gönderilmeseydi ne olacağını tahmin etmek güç olmamalı.

Amerikan emperyalizmi bunları göz ardı ederek avrupayı özgürlüğüne kavuşturmuş esas güç olarak lanse ediyor kendisini. Gerçekliğin büyük bir bölümünü saklamaya çalışarak. Ve aslanın avını öldürdükten sonra artığına konan bir akbaba gibi.

Tarih bilimini ve diğer her türlü bilimi sömürücü sınıfların egemenliğinden kurtarmak gerekiyor.

04 Mayıs 2014

Kapitalizm Neden Sadece Bir Ekonomik Sömürü Değildir?

Kapitalizmin, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayanan bir üretim tarzı olması sadece ücretli emek sömürüsüne yol açmıyor. Hukuksal düzende, kültürel ve ahlaki değer yargılarında, dinsel anlayışlarda da önemli derecede olumsuzluğa yol açıyor.

Geçtiğimiz hafta Türk kökenli Alman vatandaşı Diren Dede adlı genç, öğrenci değişim programı çerçevesinde gittiği ABD'nin Montana eyaletindeki bir şehirde komşusu tarafından vurularak öldürüldü. Katilin ev arkadaşının ifadesine göre Diren Dede'ye komşusunun garajı yakınında, uyarılmaksızın, peş peşe dört kez ateş ediliyor. Mermilerden ikisi Dede'ye isabet ediyor ve öldürüyor. Bunları olayın kriminal boyutunu incelemek için değil sosyoekonomik ve sosyopsikolojik boyutunu incelemek için bir giriş amacıyla anlatıyorum.
Diren Dede özel mülkiyet rejimi olan kapitalizmin yeni bir kurbanı.

Bireysel silahlanmanın son derece yüksek olduğu ABD'de bu ve benzeri cinayetler bu ülkeyi takip edenler için sürpriz değil. Bireysel silahlanma ise dayanışma toplumunun değil rekabet toplumunun hakimiyetinden, kişilerin temel ihtiyaçlarında bile paraları ile orantılı olanaklara sahip olabilmesinden ve hepsinin özünde özel mülkiyetin korunması anlayışından besleniyor. Kapitalizm, Montana eyaletinde bu anlayışına uygun bir hukuk düzenlemesi yapmış ve bireyler özel mülkiyet alanlarına izinsiz giren birisine ateş ettiğinde suç sayılmıyor. Diğer yandan Diren Dede adlı gencin evinde kaldığı Amerikalı çift son derece üzgün olduklarını ve nasıl olup da böyle bir olayın meydana geldiğini hala anlayamadıklarını söylüyor. Dikkatimi çekense şu: Saldırıyı açıkça kınamadıkları gibi sadece bir mülkiyetin sınırları içine girmenin ölümle karşılık bulmaması gerektiği yönünde bir görüş bildirmiyorlar. Muhtemelen özel mülkiyet alanına izinsiz girmenin ateş etmek için meşru bir gerekçe oluşturduğunu  kendileri de düşünüyorlar. Bu sebeple kınamada bulunmuyor olmalılar. Sadece üzgünler ve bir şeyleri anlayabilmiş değiller. Bu durum kapitalizmin hastalıklı zihniyetinin sadece paranoik katil doğurmada değil sıradan halkın ahlaki değer yargılarının da etkili olduğunu düşündürtüyor. Arada sadece doz farkı görünüyor. Kapitalizm, burjuva mülkiyetini korumak için hukuksal düzenlemelere gittiği gibi buna uygun ahlaki değer yargılarını da topluma benimsetmiş anlaşılan.

Bir insanı mülkiyet alanını "korumak" uğruna bir diğerini öldürmeyi meşrulaştıran nedir? Mülkiyeti bedeninin bir parçası gibi olmalı veya o olmaksızın varlığı anlamsız olmalı. Kapitalizm işte tam da bunu sağlar. Paranız ve mülkiyetiniz kadarıyla var olabilirsiniz kapitalizmde. Bunlar olmadığında insani değeriniz size yetmezse mülkiyet aşırı önem kazanır.. Onu kaybetmek bir yana dursun en ufak bir taciz bile paranoik davranışlara zemin yaratabilir. Olayın kriminal boyutundan ziyade bu zemine odaklanmak gerekiyor. Bu zemin var oldukça suçluların hapse atılması hatta idam edilmesi çözüm olmuyor. O zemin ve  sistem suçu, suçluyu gene üretiyor. Caydırma etkisiyle ise sadece sayıca azalma sağlanabiliyor.

Peki dinsel ahlakın daha açık belirtmek gerekirse tanrı korkusunun yaygınlaştırılması bu gibi cinayetleri engelleyebilir mi? Kanımca yanıtı hayır. Çünkü ABD toplumu zaten batı dünyası içinde en muhafazakar toplumlardan biri. Örneğin evrim teorisi hakkında Avrupa ve Kuzey Amerika'da yapılan anketlerde bu teoriye inanmayanların en yüksek olduğu ülkelerin başlarından geliyor. Evangelik kilise ve muhafazakar Cumhuriyetçi Parti -son birkaç seçimi kazanamasa da- oldukça güçlü.

İktisadı, bilim ve teknolojisi, sanat ve sporuyla bir dünya devi olan ABD için bu gibi trajik olaylar bir istisna kabul edilebilir mi? Sistem aslında iyi ama bu olaylar genel iyilik hali içinde münferit midir?

Bu sorulara da evet yanıtı vermek kanımca mümkün değil. ABD'nin tüm gücü ve gelişmişlikleri doping ilacının etkisiyle vücudunu geliştirmiş bir vücut sporcusunun heybetine benziyor. Güzel ve güçlü görüntü veriyor hatta bir bakıma gerçekten öyle ama karaciğer iflas durumunda. Nüfusun %20 civarı depresyon, %10 civarı kronik alkolizm pençesinde. Oklahoma bombacısı (1), okul baskınları, seri cinayetler toplumun ruh hali hakkında önemli verileri oluşturuyor. İktisadi durumun da pek parlak olduğu söylenemez. 2007 yılındaki mortgage krizi Obama'nın 700 milyar doları büyük sermaye gruplarını kurtarmak üzere tahsis etmesi sayesinde atlatılabildi (2). Siyasi iktidar halkın vergilerini büyük sermayeyi kurtarmak üzere kullandı.

Diğer alanlar gibi dinsel alan da kapitalizmden nasibini almış durumda. Kapitalizmin toplum üzerindeki ideolojik hegemonyası  sadaka vermek veya zekat dağıtmak gibi ibadetlerde “öteki dünyada” daha fazlasını almak şeklinde bilinçli veya bilinçaltı olarak kar hesabına yönlendiriyor. Din, yapılan ibadetlerin karlı bir şekilde tanrı tarafından mükafatlandırılması hesabına dönüştürülüyor.

Gerek Diren Dede cinayeti gerekse ABD'nin ve günümüz kapitalizminin genel bir değerlendirmesi kapitalizmin hem bir ücretli emek sömürüsü olduğunu hem de günlük hayatımızı etkileyen hukuksal düzenlemeleri yaparak ve ahlaki değer yargılarını etkileyerek bir örümcek ağı gibi insanları saran bütüncül bir sistem olduğunu göstermekte.

İşte bu gibi sebeplerden dolayı kapitalizme karşı çıkmak ve bir ortaklaşmacılık ve sınıfsız toplum düzeni demek olan komünal toplumu savunmak bütün yönleriyle insanlığı savunmaktır. Sadece işçinin ve ücretli emekçinin haklarını savunmak değildir.

Yaklaşık son 170 yıldan bu yana insanlığın sınıfsız topluma doğru yürüyüş deneyimleri çeşitli sebeplerle başarıya ulaşamadı, ulaşanlar ise sürekliliği sağlayamadı. İnsanlık biyolojik evriminde iki milyon yıl kadar önce ayakları üzerinde dik yürümeye başladı. Kültürel evriminde ise son 170 yıldır insan gibi insan yani sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya mücadelesi veriyor. Biyolojik atalarımızın düşe kalka yürümesini öğrendiği gibi düşe kalka sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyayı da elbette başaracağız.

1) http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/87813.asp
2) http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/abd-krizinin-siyasi-ustyapisi-korkut-boratav-1171


13 Mart 2014

Fethiye'de ve yurt genelinde HDP'ye yapılan saldırılar hakkında bir yorum

Yurdun pek çok yerinde olduğu gibi Fethiye’de de HDP örgüt bürosu faşistlerin saldırısına uğradı. Akabinde bir Kürt vatandaşın iş yerine saldırıldı. Bu saldırıların failleri sadece sivil faşistler değil. Parti tabelası kaymakamın, emniyet müdürünün onayıyla ve MHP kökenli belediye başkanının getirttiği itfaiye aracıyla yerinden söküldü. Sivil faşistlerin taş atarak büronun camlarını kırmasına izin verildi. Daha uzakta kurulması gereken polis barikatı büronun çok yakınına kuruldu. Tüm bunlar gerek yerel idarenin yani belediyenin gerekse de merkezi idarenin temsilcisi olarak kaymakamlığın sivil faşist saldırının iş birlikçisi olduğunu apaçık göstermiş oldu.



Söz konusu olan sömürü düzeninin üstünün örtülmesi olunca AKP, MHP ve diğer düzen partileri arasındaki karşıtlık bir anda uzlaşmaya dönüşüyor. Toplumsal düzenin halkın bilinçaltında yarattığı öfke milliyetçi bir dışa vurumla boşaltılmaya çalışılıyor. Diğer başka şehirlerde, başka dönemlerde ise dincilikle. Amaç aynı araç farklı.

Elbette yaklaşık yirmi otuz yıldır içinde bulunduğumuz liberal kapitalist evreyle bağlantılı olarak ve sermaye sınıfının ihtiyaç duyduğu “istikrar” çerçevesinde olayların belli bir çizgiyi aşmaması istenecektir. Gerek resmi mercilerin aldıkları önlemlerde gerekse ticari temele dayanan bazı sivil toplum kuruluşlarının barış, sevgi, sükunet gibi çağrılarının özünde olayların meta ekonominde yaratabileceği bozulma kaygısının olduğunu söylemek haksızlık sayılmamalı.

Yaşamda bir yol ve anlam arayışında olan insan için sömürücü sınıfların sunacağı değerler elbette akıl, bilim, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi değerler değil milli ve dini değerler olacaktır. Böylece hem sömüren kendini saklamış hem de sömürenin sömürülenle birlikte sanki daha yüce bir değer için bir birlikteliği sağlanmış olacaktır. Bu algı çarpıklığının yaratacağı en büyük handikaplardan biri de kendi dışındakilere düşmanlık. Söz konusu “değerler” topluma bir uyuşturucu gibi yani çok gerekmedikçe yüksek dozda verilmeyecektir elbette. Acıyı unutturacak ama öldürmeyecek, istenen bu. Küresel kapitalizmin nüfuzunu tamamladığı bölgelerde artık yüksek dozda milli ve dini değer Maraş, Sivas, Çorum katliamları gibi büyük katliamlara yol açarak istikrarsızlık nedeniyle sermayeyi ürkütebileceği için tercih edilmiyor, göz yumulmuyor. Taşlama ve tabela indirmeye müsaadenin nedeni de bu, çevre il ve ilçelerden getirilen takviye emniyet güçleri ile kontrol altına alma çabasının nedeni de bu. Sivil faşizme devlet tarafından bir yandan çanak tutulur ve hoş görülürken diğer yandan kontrol altına alınması arasında bir çelişki yok. Her şey kapitalizmin günümüzdeki ihtiyaçlarına uygun şekilde yapılıyor ve sınırlar çiziliyor.

Diğer yandan milliyetçiler AKP'nin güç kaybettiği bu seçim öncesi dönemde oradan kaçan oyları yakalamak istiyor. Kaçabilecek oyları engellemek, iktidar temsilcilerinin milliyetçilere gösterdiği toleransın bir diğer nedeni olsa gerek.

Son saldırıların yüzeydeki görüntüsü demokratik değerlere ve özgürlüklere saldırıdır elbette. Ancak bunun daha derindeki sebeplerinin sınıfsal anlamı sergilenmeden salt bir demokrasi ve özgürlüklere sahip çıkma çağrısı ve çabası yeterli etkiyi ve sonucu sağlayamayacaktır.

Fethiye kaymakamlığı "asayiş ve huzur" sağlama amacıyla parti temsilcileriyle yaptığı toplantıya ne son saldırıların mağduru HDP'yi ne de ilçede örgütü bulunan TKP ve ÖDP'yi çağırdı. Var olan demokrasiye "demokrasi" değil burjuva demokrasisi dememizin nedeni de zaten bu anlayıştır.