07 Kasım 2013

2010 referandumu üzerine bir öz eleştiri

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi'nin (YSGP) Yeşiller Partisi bileşeni 2010 Referandumu öncesinde konuyu değerlendirmiş ancak "evet", "hayır" veya boykot yönünde bir parti kararı çıkarmamayı, üyelerini bu konuda serbest bırakmayı tercih etmişti. AKP paketi hukuka ve referandum mantığına aykırı olarak tek parça olarak halkoyuna sunma kurnazlığına başvurmuştur deniliyordu.

YSGP bileşeni olan ve benim de kendimi içinde hissettiğim Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) ise "AKP Zihniyetine Hayır, Referandumda Evet" sloganı altında "evet" kararı almıştı. O dönem başta Taraf gazetesi, Genç Siviller ve DSİP "Yetmez ama evet" sloganıyla propaganda yürüttüklerinden ve evetçilerin bu bileşenleri medyaya daha fazla yansıdığı için bizler de kamuoyunda "Yetmez ama evetçi" olarak anıldık.

Aradan geçen üç yıldan sonra 2010 Referandum kararının genel bir değerlendirmesini sonuçların siyasal, toplumsal yaşamımızdaki etkilerini de gözleyerek yapmayı faydalı görüyorum. Bu, politik ve ideolojik gelişimin en önemli unsurları olan eleştiri ve öz eleştiri mekanizmalarının işlerliği açısından gerekli olduğu gibi topluma ve devlete sık sık ve haklı olarak "Tarihle Yüzleşme" çağrısı yapan bir siyasal kesimin kendi iç tutarlılığı açısından da gerekli görünüyor.

AKP'nin 2002-2010 tarihleri arasındaki  politikaları ile 2010-2013 arasındaki politikalarını kıyaslarsak 2010 sonrası politikalarının çok daha pervasız ve otoriter olduğunu, kaba ve provakatif dil kullanımının arttığını, devlet şiddetinin egemenlik aracı olarak daha fazla kullanıldığını görüyoruz. AKP'nin anti-demokratik politikalarının 2010 sonrasında artmasını Anayasa Mahkemesi ve Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulunu (HSYK) ele geçirmesi dışında gerekçelere dayandırmak pek mümkün görünmüyor. Üzerinde Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın gözlerini hissetmeyen AKP egemenlik alanlarını pervasızca genişletirken her türlü muhalefeti baskı ve şiddet yoluyla sindirmeye çalışıyor.
Türkiye demokrasisi bırakın biraz olsun ilerlemeyi referandum sonrası daha da gerilemiş ve her alanda içler acısı tablo sergilemiştir. Bu tabloyu referandumda verilen "evet" oyunun yaşam tarafından bizi yanlışladığı olarak yorumlamak gerekiyor.

Referandum öncesinde gerek Anayasa Mahkemesi gerekse HSYK Kemalist vesayet rejimini koruma amacıyla yapılandırılmıştı. Adeta kast benzeri yapılandırıldığı için seçimle gelen iktidarların nüfuzundan önemli ölçüde korunuyorlardı. Referandum kast benzeri yapıyı dağıtıp tabanın belirleyiciliğini görece artırdığı için daha ileri bir adımmış gibi görünse de aslında biçimsel bir demokrasiden öte değildi. Buradaki "demokrasi" çoğunluk diktasını sağlamak üzere bir araca indirgendiğinden gerçek bir demokrasi olarak görülmemeliydi.

Gerek Ergenekon davaları sonucunda gerekse 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde e-muhtıra veren genelkurmay blöfünün AKP tarafından görülmesi sonucunda ordunun pasifize olduğunu göz önünde bulundurursak, 2010 yılına geldiğimizde sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmaması ve askerlerin ağır ceza suçlarından dolayı sivil mahkemelerde yargılanma yolunun açılması gibi referandum maddeleri kazanım olmakla birlikte devlet erkini tamamen AKP'ye devreden diğer referandum maddelerinin gölgesinde kaldığını da kabul etmek gerekiyor.

12 Eylül askeri darbesi sorumlularının yargılanma yolunun açılması ise halen o dönemin anti-demokratik yasalarını kendi lehine kullanan (seçim barajı, memura grev ve siyaset yasağı, YÖK vb.) ve darbecilerin kullandığı politika ve dile gittikçe daha çok benzeşen bir partinin hakimiyetinde çok anlam kazanamadı.

Bir bütün olarak referandum paketi teraziye koyulduğunda olumsuzluk kefesi çok daha ağır bastı. Peki böyle olduğu halde bizleri "evet" oyu vermeye iten etkenler nelerdi? Bu soruyu en azından kendi açımdan yanıtlamaya çalışacağım.

Bizlerin "evet" tercihinde etken olan siyasal, ideolojik, felsefi ve sosyo-psikolojik nedenlerden bahsedebiliriz:

a) O dönem Türkiye siyasal yaşamının özgürlükçü sol tarafından tahlilini kabaca özetlemek gerekirse solun toplumda çok küçük bir yüzdeye sahip olması ve böyle bir niceliksel zayıflığa ilaveten solun önemli bir bölümünün ulusalcı soldan veya onun nüfuz alanı içindeki soldan olmasından dolayı niteliksel bir zayıflığı da söz konusu idi. Toplumsal değişimin öznesi ulusalcı sol olmamalıydı, bu özne henüz biz de olamazdık çünkü zayıf durumdaydık, sivil toplumda ise ciddi  ve kitlesel bir direniş yoktu. Bunlardan hiç biri toplumsal değişimin öznesi olacağa benzemiyordu ve bu özne dışarıda arandı. Kemalist vesayet rejimi tarafından ezilen bir toplumsal kesim olan muhafazakarları temsil eden AKP tam bir demokrasiyi getiremezdi zaten bunun için "AKP zihniyetine hayır..." sloganımızda yer bulmuştu. Ancak demokrasinin az da olsa ileri gideceği hiç olmazsa Kemalist vesayet rejiminin sonlanacağı ve bunun olumlu olacağını umduk. Dolayısıyla toplumsal değişimin öznesini geçici de olsa kısmi de olsa AKP olarak belirledik. Geldiğimiz noktada özellikle Gezi Direnişi gösterdi ki bu toplum toplumsal değişimin öznesi olabilirmiş. Değişimin öznesini halkta, halkın kitlesel direnişlerinde aramak gerekiyormuş. Bunun içinse bu halk direnişini geçmişten bu güne hazırlamak için çalışmak gerektiğini gördük. Demokrasiyi kurmak için aldatmacalı referandumların değil halkın demokratik ve barışçıl direnişlerinin ne kadar önemli bir etken olduğunu anladık.

b) İdeolojik anlamda özgürlükçü sol gerek 20. yy. reel sosyalist devletlerinde görülen otoriter "sosyalist" rejimlere gerekse merkeziyetçi sol örgütlenme modeline karşı alternatif olarak gelişti. Bu anlamda sol ideolojiye entegre edilen özgürlükçülük parametresiyle daha insancıl bir model öngörüldü. Ancak siyasal değerlendirmelerde özgürlük parametresinin zaman zaman fazla öne çıkması otoriteye karşı mücadele veren siyasal hareketlere sempati duyulması ama diğer parametrelerin gözardı edilmesi sonucunu da yarattı. Çünkü özgürlükçülük özellikle kendini otoriteye karşı başkaldırıda tanımlar. Toplumsal hareketlerin tahlilinde çok sayıda parametrenin göz önünde bulundurulması gerektiği düşünülürse bunun her zaman sağlıklı sonuç doğurmayacağı öngörülebilir. Örneğin Suriye iç savaşında Esed diktasına karşı verilen direniş hareketi ilk dönemler itiraf etmeliyim ki bende ve kısmen özgürlükçü sol içinde dikkate değer bir sempati ve hatta destek (Bkz. Chris Stephenson) yarattı. Oysa sonradan anladık ki ÖSO olarak anılan hareket en az Esed kadar anti-demokratik en az onun kadar şiddet ve terör yanlısı. Benzer şekilde Kemalist otoritarizme karşı İslamcıların kararlı muhalefeti, silahlı yolu seçmemelerinin de etkisiyle, kimimizin zihninde hiç olmazsa 2010'a kadar özgürlük kavramını çağrıştıran bir illüzyon yarattı diyebiliriz. Tüm bunlarda özgürlükçü sol ideolojinin yanlış yorumlanmasının etkisi olduğunu düşünüyorum.

c) Felsefi anlamda moderniteye karşı postmodernite eğiliminin özgürlükçü sol ve yakın çevresine nüfuzu "Yetmez ama evet" anlayışına yönelmenin etkenlerinden biri daha oldu. Modernitenin özellikle 20. yy içinde endüstrileşme ve onun getirdiği çevre tahribatı, iki dünya savaşında milyonlarca insanın ölmesi, kentlerde yalnızlaşan insanlar ve bilim karşısında insanın nesneleşmesi gibi olgular yüzyılın sonlarına doğru postmodernist tepkiyi güçlendirdi. Modernitenin postmodernite tarafından lanetlenmesi pek çok demokrat ve aydın tarafından sempatiyle karşılandı. Bu ise moderniteyi lanetleyen bir diğer kesim olan dindar muhafazakarlar ile yakın mevzileri paylaşma sonucunu getirdi. Oysa J. Habermas'ın dediği gibi modernite yarım kalmış bir projeydi. Dünyada çıkışı akıl, bilim, özgürlük, eşitlik gibi söylemler olan modernite bir süre sonra rayından çıkmış ve araçsal aklın yörüngesine girmişti. Moderniteyi ona karşı eleştirel dili bırakmamakla birlikte tekrar rayına sokmak gerekiyordu. Moderniteye karşı postmodernist cepheden bir hücum ancak dindar muhafazakarları güçlendirir diyor J. Habermas.

Referandum döneminde postmodern felsefenin bazı yazar ve aydınlarda güçlü etkileri modernist sola karşı bir hücum salvosu şeklinde yansıdı ve "yetmez ama evet"in seçiminde etkenlerden biri oldu.

d) Sosyo-psikolojik etken "evet" oyu vermede kısmi etkide olsa da bahsetmeden geçmemek gerekiyor. 12 Mart ve özellikle 12 Eylül hapishanelerini, işkencelerini yaşayan veya şahit olan devrimciler ve demokratlar elbette bunun ruhsal travmalarını da yaşadılar. Gayet anlaşılır olan bu ruhsal travma zaman zaman gözlediğime göre bazı kişilerde çok daha derinlere nüfuz etmiş, atlatılamayan ve adeta sürekli kanayan bir yara durumunda. Öyle ki 12 Eylül darbecilerinin yargılanarak ceza alması diğer isteklerinin yanında çok daha önemli durumda. İşte böyle bir haleti ruhiyede bir referandum paketini bütünsel ve objektif olarak değerlendirme kimimizce mümkün olmadı ve darbecilerin yargılanacağına dair ifadenin pakette yer alması evet oyu için yeterli kıstas oldu.

Kuşkusuz yazdığım öz eleştirinin ana teması ve yer alan bazı ifadeler daha o dönemde sol içinde bize yönelik eleştirilerde yer alıyordu. Ancak aradan geçen zamanda yaşananların gözlemi ve evetçilerden biri olarak buradan bakış açımın katkısıyla yeni bir tahlilin faydalı olacağına inandığım için bu yazıyı yazdım.

Yetmez ama evetçi kesimler 2010 referandumundaki anlayışlarını tekrar tahlil etmeli, bu yakın geçmişimizle yüzleşilmeli. Aksi takdirde 1938 veya 1915 için devlete ve topluma yüzleşme çağrısı yapan bizlerin tutarlılık sorunu oluşacaktır.

Gezi Direnişi ile yeşeren umutlarımız daha fazla çalışmamız, üretmemiz, eleştirmemiz ve özeleştiri süzgecinden geçmemiz için gerekli enerjiyi, motivasyonu sağlamışsa bu zor da olmamalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder