29 Mayıs 2014

Mr. Banks, Psikanaliz ve Liberalizm

Türkiye’de 2014 yılı başlarında vizyona giren filmlerinden biri "Mr. Banks" (Saving Mr. Banks). Emma Thompson ve Tom Hanks’in başrolleri oynadığı film, beyazperde.com'da beş üzerinden 4.5 yıldız (1) ve uluslararası film veri tabanında (IMDB) on üzerinde 7.6 puan yanında tüm zamanların en iyi 500 filmi arasına girme başarısı elde etmiş (2). Bu yazımda Mr. Banks filmini sinemacılık yönünden değil liberal ideolojiyi yayma aracı olarak bir Hollywood filmi  olması yönünden ele almaya çalışacağım. Senaryoyu deşifre etmem gerektiğinden ve haliyle filmin senaryosu anlatılacağından filmi seyretmemiş olanları baştan uyarmakta fayda görüyorum.
Öykü yazarı Bayan Travers (Emma Thompson) aksi bir yaşlı kadındır. Yazdığı Mary Poppins adlı çocuk kitap dizisi Bay Walt Disney tarafından sinemaya uyarlanmak istenmektedir (3). Bayan Travers telif haklarını vermek için film senaryosunun da istediği gibi olmasını ister ve detaylara girer, sürekli sorun çıkartır. Film ilerlediğinde anlıyoruz ki Bayan Traves kitaplarında çok sevdiği ve çocukken kaybettiği babasını yaşatmaktadır. Film senaryosunun detaylarına girmesi ve bir türlü beğenmemesi anılarındaki baba imgesinin bozulmasını önlemek içindir.
Geri dönüş sahneleri (flashback) ile ise görüyoruz ki Bayan Traves’ın çocukluğunda babasıyla olan ilişkisi toz pembe şekilde sürerken babanın çalıştığı bankadan kovulması, alkolizme yönelmesi ve sosyal itibarını yitirmesi ile dramatik bir hal alıyor. Ardından altı yaşında iken babasının influenza enfeksiyonu (4) sebebiyle ölümüne şahit oluyor. Yaşlılığında aksi olmasının nedenini bununla bağlantılandırıyoruz. Çünkü Sigmund Freud’dan beri kişiliğin oluşumunda çocukluk hayatının ve bu dönemde yaşanan ruhsal travmaların önemini biliyoruz.
Bayan Travers’ın “yardımına” Bay Freud pardon Bay Walt Disney geliyor. Çünkü kitabın sinemaya uyarlanma hakkı için Bayan Travers’ın ikna edilmesi ve imzası gerekiyor. Walt Disney de aynı Bayan Travers gibi travmatik bir çocukluk yaşamıştır. Babasının gazetelerinin hem sabah hem de akşam baskılarını buz gibi soğuk havalarda ve boyuna varan karlar içinde dağıtmıştır. Yorgunluktan dersleri bile dinleyememiştir. Ama artık bu üzücü anılardan yorulmuş ve onlardan kurtulma vaktinin geldiğine inanmıştır. Bayan Travers’ın da ruhunu yoran anılarından kurtulma vakti gelmemiş midir? (Artık yaklaşık altmış beş yaşındadır).
Burada geleneksel psikanalitik yaklaşımı izleriz. Bay Walt Disney, Bayan Travers’ın uzlaşmaz tavırlarının çocukluktaki kökenlerini fark eder, empati yapar ve buna ek olarak kendi yaşam deneyiminin benzerliğini göstererek duygudaşlık da gösterir. Böylece kilit açılır, imza alınır, Bayan Travers’ın ruhu geçmişin zincirlerinden azade olur.
Filmde kişilerin ruhsal kurtuluşunun ya bizzat kendilerinin eseri (Walt Disney) ya da bireyler arası ilişkiler yoluyla (Bay Walt Disney’in Bayan Travers üzerindeki etkisi)  olabileceği gösterilir. Genel toplumsal ilişkiler dışlanmış bireysel ilişkiler merkeze alınmıştır.
Bayan Travers altı yaşında babasını kaybetmiş ve altmış beş yaşında kitabı filme uyarlandığına göre aradaki onca uzun zaman boyunca kendisini çözümleyecek ve “kurtaracak” birisi çıkmamıştır içinde bulunduğu toplumda. Ne zamanki kitabının telif hakkı için bir meta değeri olmuş işte o zaman bir ticari ilişki içinde onu çözümlemek zorunda kalan birisi kurtarıcısı olmuştur. Bu kişi bir kapitalist olan Walt Disney’dir. Bu dolaylı olarak toplumun kalan kesimi yarım asırdan fazla bir süre Bayan Travers’a yardım eli uzatmadığı için ruhsuz bir toplumdur anlamına da gelir.
Ne zor bir çocukluk geçiren Bay Walt Disney ne de Bayan Travers geçirdiği zorluklara neden olan toplumsal düzeni sorgulamaktadır. Walt Disney kendisini babasının kazancı için çocukluğundan feragat etmek zorunda bırakan toplumsal-ekonomik düzeni sorgulamaz. Sadece çok üzgün ve ruhu yaralıdır. Bayan Travers da ne babasının bankadaki işinden atılıp işsiz kalmasına neden olan toplumsal düzeni sorgular ne de onu alkolizme sürükleyen nedenleri. Babanın bir hastanede değil evde ölmesi bile ele alınmaz. Tüm kötülüklerin yükü bireylerin omuzuna yüklenmiş gibidir. Toplum, siyasal ve iktisadi sistem suçsuzdur.



Tüm kötülüklerin yükü bireylerin omuzuna yüklendiği gibi çözümleri de bireyseldir. Acılar bireyin ruhunu yormuştur ve artık bundan kurtulmak gerektiğini idrak ederler işte bu kadar. Bay Walt Disney çocukluğunu yaşatmayan toplumsal düzeni sorgulamaz. Zaten artık zengin bir kapitalisttir o. Bayan Travers’ın kitabını sinemaya aktarmak istemesinin nedeni ise ticari değil çocuklarının çok istemesidir. Bu şekilde aslında kar amacı değil çocuklarının mutluluğu için çaba gösteren bir kapitalist portresi çizilmeye çalışılırken bir firmanın onca çalışanın ve mali kaynakların sırf çocuklar istedi diye harekete geçirilmesi kapitalizmin nasıl da keyfi ve akıl dışı bir mekanizma şeklinde işlediğini de sergiliyor. Bu şekilde Mr. Banks filmi pek çok Hollywood filmi gibi liberalizm ideolojisini sinsi bir şekilde izleyiciye zerk etmeye çalışırken kapitalizmin irrasyonelliğini ele vermekten kurtulamıyor.
Toplum matematiksel olarak bireylerin toplamı olsa da ona asıl anlamını veren basit bir matematiksel toplam değil sinerjik bir toplam olmasında. İki hidrojen atomu ile bir oksijen atomunun toplamı onların tekil varlıklarıyla değil su molekülünün varlığıyla sonlanıyor. Farklı bir anlam ve nitelik kazanıyor. Toplumlar da tekil bireylerin toplamıyla değil farklı bir sinerji ve yeni ilişkiler ağıyla anlam kazanıyor. İşte bu anlam liberalizmin bireyi merkeze alan anlayışı tarafından göz ardı ediliyor. Bireyciliğin öne çıkarılması sadece Mr. Banks filminde değil pek çok Hollywood filminin ana eksenini oluşturuyor. En uç örneklerini Süperman, Batman, Robocop, Hulk, Spiderman, Ironman vb. filmlerde gösteriyor. Bunlarda toplumu felakete veya kurtuluşa götüren iyi veya kötü tekil bireylerdir. Toplum kötülüklerden sorumlu olmadığı gibi kendisini toplumsal mücadele ile de kurtaramaz, acizdir, güçsüzdür. Onu kurtaracak olan olsa olsa süperman gibi ideal bireylerdir. Zeki , hızlı, güçlü ve iyiliksever. Sadece fantastik ve bilim-kurgu filmlerde değil polisiye ve aksiyon filmlerinde de böyle. Zeki, hızlı, çevik ve aynı zamanda duygusal kahramanımız “iyi” toplumu kötü insanlardan kurtarır. Böylece kapitalist düzenin bekasını sağlar.
Mr. Banks filmi ve diğer hepsi yaşamlarımız üzerindeki toplumsal etkenleri ya görmezden gelir ya arka plana atar. Birey-toplum ilişkisini parçalar, mutluluğu salt bireylerin kendi çabasına indirger. Kötülükten sorumlu da tekil bireylerdir. Kapitalist toplum aslında huzurludur ve onun huzurunu bozan ya doğal felaketler ya uzaydan gelenler ya da psikopat katiller vb.’dir.
Bayan Travers kendisini anlayan ve çözen birini bulmuştur ve “psikanalizi” tamamlanmıştır. Artık “mutludur”. Sevgili babasını mutsuz eden koşulları, sözleşmeli ve güvencesiz iş yaşamını, kişileri alkolizme yönelten etkenleri çözmek ve hiç olmazsa başka insanların benzeri acılar yaşamaması için mücadele etmeyi düşünmez. Telif hakkını satmış ve oturduğu evin borcunu bu şekilde karşılamıştır. Kapitalizmin ve liberalizmin insanları içine soktukları sığlık bu olsa gerek.

19 Mayıs 2014

Sendikalar İdeolojilerden Uzak mı Durmalı?

AKP’ye yakınlığı ile bilinen Memur-Sen konfederasyonu 2010 Referandumunda “Evet” oyu yönünde irade bildirdiğinde Tayyip Erdoğan tarafından “ideolojik olmayan” sendikacılığından dolayı kutlanmıştı. Benzer anlayışlar tabanda da gözleniyor. Birkaç yıl evvel küçük kızımın okuldan çıkışını bahçede beklerken hemen yanımda konuşan iki öğretmenden birinin diğerine sendikalardan yana dert yandığına “Birinin solcu diğerlerinin sağcı olduğu, hiçbirinin de kendisine uymadığı” şeklinde konuşmasına kulak misafiri olmuştum. Zaman zaman benzeri söylemlerle karşılaştığım için demek ciddiyete alarak yanıtlamak gerekiyor bu yaklaşımları.

Emekçilerin (1) öz örgütlenmesi olan sendikaların işlevlerini sağlıklı bir şekilde yerine getirebilmesi için ülkenin ve dünyanın başta iktisadi ve siyasi süreçlerini tahlil edebilmesi gerekir. Emekçilerin hakları tüm bu koşullarla yakından ilgilidir. Söz konusu süreçlerin tahlil edilebilmesi ise belli bir düşünce sistemini gerektirir. Bu düşünce sistemine ideoloji diyoruz. İdeolojiyi, siyasal veya toplumsal öğreti olup kendi içinde tutarlılık iddiası taşıyan fikirler bütünü olarak da tanımlayabiliriz. İdeolojiler insan toplumunu iktisadi, siyasi, hukuksal, ahlaki ve kültürel yönleriyle anlamaya ve ona yöne vermeye çalışır. O halde ideolojiler sendikaların yolunu gösteren bir rehber işlevi görebiliyorsa yapılması gereken bu rehberden kurtulmak değil hangi rehberin doğru yolu gösterdiğini tespit etmeye çalışmak olmalıdır.

1980’lere kadar ülkemizde dışa kapalı, ulusal bir iktisadi model uygulanıyordu. Özal ile birlikte uluslararası piyasaların bir parçası olmaya başladık. Sonraki hükümetler de aynı politikaları devam ettirdiler. AKP ile tepe noktasına varıldı. Tüm bu süreç boyunca kamu iktisadi teşebbüsleri satıldı, özelleştirildi. Güvenceli çalışmaya dayalı istihdam modeli yerine sözleşmeli çalışma modeli yaygınlaştırıldı. Performansa dayalı ücretlendirme, kısmi süreli (part time), evden çalışma, parça başına ücret gibi emek politikaları izlendi. Tüm bunlar uluslararası büyük sermayenin ve onun IMF, Dünya Bankası gibi temsilcilerinin dünya çapında uyguladığı ve dayattığı neoliberal ideoloji temelli politikalardır. O halde emekçiler olarak dünya genelinde neoliberal ideoloji doğrultusunda hakimiyet kurmuş bir sistemle karşı karşıyayız.

Söz konusu neoliberal sistem  iktisadi, siyasi, hukuksal, ahlaki ve kültürel alanlarda söylemleri olan bir bütün. Böyle bütüncül bir sömürü sisteminin karşısına emekçiler olarak sadece daha fazla ücret istemiyle çıkmak yeterli başarıyı sağlayamayacaktır. Sömürü ideolojisinin karşısına kurtuluşçu bir ideolojinin rehberliğinde karşı çıkılırsa etkili olabilir. Bu ideolojik rehber siyasal alanda siyasi parti ve örgütlere, emek alanında ise sendikalara yol göstermelidir.

Sendikalarda ideolojik bakış açısını dışlamak sömürü sistemi karşısında silahsız ve çıplak kalmak anlamını taşır. Var olan sistemin devamına yarar. “Sistem iyi sadece biraz daha fazla ücret ve sosyal hak alalım yeter” anlamına gelir. Oysa sistemin ülkemizde ve dünyada nasıl biçimlendiğine kısaca da olsa yukarıda değindim. Daha açıklayıcı olabilmesi için örnek üzerinden gidelim. Avrupa veya ABD’deki Nike, Adidas, Microsoft gibi firmaların çalışanlarının siyasi ve ideolojik perspektif olmaksızın daha fazla ücret ve sosyal hak gibi taleplerle işverenlere baskı yapması ne derecede sonuç verebilir? Kanımca fazla değil. Çünkü bu gibi firmalar daha ucuz iş gücü ve daha az vergi gibi amaçlarla uzun zamandan beri üretim yerlerini G. Kore, Tayvan, Malezya, Çin gibi ülkelere taşımış durumdalar. Bu durumun batıdaki emekçilerin işveren karşısında pazarlık gücünü azaltıcı bir etkisinin olacağı açık. Demek ki uluslararası sermaye gruplarının dünya çapında izlediği taktiklere karşı emekçiler olarak geniş açılı bakış gerekiyor. Bize bu geniş açılı bakışı sağlayan ideolojik ve siyasi tahlillerdir. Bunların aydınlatıcı bilgileri olmadan dünyayı anlayamaz, çözüm de üretemeyiz.

Peki günümüz Türkiyesinde pek çok insanı “ideoloji” sözcüğünden ürküten nedir? Bunun yanıtını 12 Eylül faşizminde ve onun uyguladığı korku ve cezalandırma politikalarında aramak gerekiyor. 12 Eylül darbecileri süre giden sömürü ve egemenlik düzenini değiştirmek isteyen yüz binlerce insanı göz altına almış, zindanlarda çürütmüş, bir kısmını idam etmiş, binlerce insanın yurt dışına kaçmasına yol açmış, sansürlerle söz hakkını engellemiştir ve benzeri baskı ve zulümlere maruz bırakmıştır. Halka bu şekilde korku salarak ideolojilerden uzak tutmaya çalışmıştır. Ancak tüm ideolojilerden değil sadece sosyalist ideolojilerden uzak tutulmaya çalışılmıştır. Milliyetçi ideoloji bir ideoloji olarak değil bir birlik, beraberlik ülküsü olarak maskelenmiştir. İslamcı ideoloji ise halka sömürü düzeninin getirdiği sıkıntılardan hiç olmazsa öteki dünyada kurtulabilme umudu verdiği için yararlı görülmüş ve ideolojiler üstüymüş gibi maskelenmiştir. Dolayısıyla görünüşte genel anlamda ideolojiler dışlanıyorken gerçekte dışlanan sadece sosyalist ideolojiler olmuştur.

O halde sanırım şunu deşifre etmiş bulunuyoruz: İdeolojilerin miadı doldu veya sendikacılar ideolojilerle uğraşmamalı diyenler ve ideoloji sözcüğüne olumsuz bakanlar, aslında kapitalizmi veya kapitalizm öncesi geri sistemleri savunmaktadırlar. Ya sömürenlerin bizzat kendileri ya da onların etkisi altında kalmış olanlardır.

Tekrar sendikacılar ideolojilerden uzak mı durmalı sorusuna dönelim ve somut bir örnek üzerinden konuyu işlemeye devam edelim. 15 Haziran 2013 günü AKP polisi Gezi Parkı’na zor yoluyla girmiş ve KESK (2) bunu izleyen ilk iş günü için grev kararı almıştı. Gezi Direnişi emek hareketiyle ilgili olsa da bu direnişe rengini veren emeğin hakları değildi. Hal böyle olmasına rağmen KESK doğru olanı yaptı ve grev kararı aldı. Gezi Direnişi emek hareketi değildir ve bizi ilgilendirmez demedi. 17 Haziran 2013 günü siyasi grev yaptı. Bu grevin gerekçesi emeğin kurtuluşunun bir bütün olarak sömürü ve egemenlik düzenin kaldırılmasında gören, bu sebeple diğer sömürülen ve ezilenlerle dayanışma amacı güden ideolojik-siyasi anlayıştır.

İdeolojik sendikacılık yapılmasın diyenlerin önemli bir bölümünün meslek sendikacılığını önerdiğine dikkat çekmek istiyorum. Meslek sendikacılığı şudur: Örneğin tüm sağlık çalışanları tek bir sendika altında toplanmaz ve hekimler ayrı bir sendika çatısı altında, hemşireler ayrı bir sendika çatısı altında, hasta bakıcıları vb. her sağlık meslek grubu ayrı bir sendika çatısı altında örgütlenir. Günümüzde egemenler tarafından bölünerek çıkar çatışması içine sokulan bu gruplar kendi meslek sendikacılığına ciddiye alınacak düzeyde ilgi duymaktadır. Bu büyük bir tehlikedir. Çünkü bu şekilde çalışanlar egemenlerle mücadele edecekleri yerde en çok birbirleriyle mücadele edecek duruma düşecektir. Sağlık alanından örnek vermek gerekirse hekim, hemşire, temizlik işçisi, hasta bakıcısı vb. birbirine düşecektir. Sokak köpeklerinin ortalarına atılan yiyecekleri paylaşmak için birbirleriyle dalaşmaları gibi egemenlerin dağıttığından daha fazla pay kapma mücadelesi esas olacaktır. Bu durumun egemenlerin ve sömürücü sınıfların hoşuna gidecek bir durum olacağı açık. İşte ideolojik perspektifi dışlayanların sığlıkları ve bu sığlıklarının bizleri içine düşürdüğü/düşüreceği durum budur.

İdeolojiler sendikal mücadelede bakış açısını genişletici ve derinleştirici enstrümanlardır. Bir dürbün doğa yürüyüşçüsünün yolunu ve bakış açısını belirlemede nasıl etkili oluyorsa ideolojiler de benzer şekilde sendikaların dünyayı daha iyi anlamasında etkili olur. Ancak ideoloji üretmek ve doğrudan doğruya ideoloji üzerine çalışmak sendikaların görevi değildir. Nasıl ki doğa yürüyüşçüsü dürbün üretmiyor, onun teknolojik gelişimiyle ilgilenmiyor ve onu sadece kullanıyorsa sendikalar da asıl işlev olarak ideoloji üretimi ve ona odaklı etkinlik yapmazlar. Bunun yerine örneğin içinde bulunulan dünyanın somut siyasal tahlilini yaparlar.

Sendikalarda ideolojilere yer verilmesi farklı ideolojik-siyasi yaklaşımlarda olanlar arasında hizipleşmeye, sendika içinde erk mücadelesine ve yıpratıcı tartışmalara yol açmaz mı diye sorulabilir. Bunlar elbette görülebilir ancak bu sorunun çözümü siyaseti ve ideolojileri dışlamakla değil yapıcı bir zeminde ele almakla çözülebilir. Pireye kızılıp yorgan yakılmaz. İçinde yaşadığımız toplumsal düzeni eleştiren ve daha iyi bir dünya mücadelesi verenler de içinde bulunduğumuz dünyanın tüm olumsuz yönlerinden kendilerini kurtaramamış olabilirler. Bunu düzeltmek gerekir.

Konuyu özetleyerek sonlandırmak gerekirse. İdeolojileri dışlayarak gerçekte yapılmak istenen insanların özgürce düşünmesini engellemektir. İdeoloji öcüsü esas olarak sağcıların veya onlardan etkilenmiş olanların söylemidir. Özellikle sosyalist ideoloji dışlanarak sömürü düzenine karşı halk çaresiz bırakılmak istenmektedir. İdeolojilerin siyasal dünyadaki uygulayıcıları siyasi partiler, emek dünyasındaki uygulayıcıları sendikalardır. Sendikalardaki siyasi-ideolojik hizipçiliği yok etmek için siyaseti ve ideolojileri bir kenara bırakmak değil sendikal etkinliği yapıcı ve geliştirici yöne kanalize etmek gerekir.

cbalcioglu@gmail.com


1) Emekçiler ile kast edilen ücretli emekçiler yani geçinmek için emeğini satmaktan başka olanağı bulunmayanlar.
2) KESK’in açılımı Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu

17 Mayıs 2014

Performansa Dayalı Ücretlendirme Olmazsa İnsanlar Yeterli Miktarda Çalışmazlar mı?

Performansa dayalı ücretlendirme sistemi bugün gerek ülkemizde gerekse dünyanın büyük bir bölümünde eğitim ve sağlık alanı ile kamu kurumları dahil olmak üzere pek çok sektörde neoliberal politikaların bir parçası olarak yaygın şekilde kullanılıyor. Sistemin meşruiyet kazanmak için dayandığı belki de yegane söylem çalışanlara performansa dayalı ücretlendirme yapılmazsa iyi çalışmayacakları varsayımından ibaret. Egemen sınıflar bu iddiaları ile halkı önemli ölçüde ikna etmiş de görünüyorlar. Bu noktaya tekrar değinmek üzere sürecin nasıl bu noktaya geldiğine göz atmakta fayda olabilir.

İkinci dünya savaşının ardından kapitalist devletler emekçilerin lehinde düzenlemelere giderek sosyal refah devleti adı verilen uygulamalara geçmişti. Egemen sınıfların bu politikaları emeğe gerçekten de değer vermelerinden kaynaklanmıyordu. Birincisi, savaş sırasında milyonlarca insanını kaybeden Avrupa’da ekonominin yeniden canlanması için emekçilerin motive edilmesi gerekiyordu. İkincisi, halkın Nazi tipi faşizme veya sosyalizme yönelmesini engellemek için sistemden aldığı payı artırmak gerekiyordu.

Sosyal refah devleti anlayışı gereğince emekçilere görece iyi bir ücret, iş güvencesi, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti, kreş hizmeti ve emeklilik sigortası gibi haklar verildi veya yaygınlaştırıldı. Ancak sosyal refah devletinin ömrü otuz yılı geçmedi. 1970’li yıllara gelindiğinde batı kapitalizmi için Nazi tipi faşizm tehlikesi yoktu. Sosyalizm ise Doğu Avrupa ve Doğu Asya’da halen güçlü olmasına rağmen batı ülkelerinde sosyalist partiler oldukça zayıflamıştı. Diğer yandan emperyalizmin girdiği üçüncü dünya pazarından elde edilen artı değerin bir kısmı batı ülkelerinde yaşayan emekçilere sus payı olarak dağıtılıyordu. İkinci dünya savaşının yaraları sarılmış, nüfus artışı yeniden sağlanmıştı. Gerek nüfusun artmasıyla gerekse mal üretiminin ucuz emeğin bulunduğu ülkelere yönelimiyle batıda emeğin değeri düşmeye başladı. Tüm bu etkenler emekçilere verilen hakların sermaye sınıflarınca geri alınmasının zeminini hazırlamış oldu.

Burjuvazi daha yüksek kar hedefini sağlamak üzere 1970’li yıllardan itibaren İngiltere’de Thatcher ABD’de Reagan öncülüğünde dünya çapında neoliberal politikaları uygulamaya soktu. Sağlık ve eğitim sektörünün özelleştirilmesi, sözleşmeli çalışma, esnek çalışma modelleri, performansa dayalı ücretlendirme bunlardan başlıcalarıydı. Performansa dayalı ücretlendirmede sabit bir ücret değil ölçülebilir bir kritere göre örneğin parça başına ücretlendirme söz konusu idi.

Performansa göre ücretlendirme neoliberal dönem öncesinde de görülmekle beraber sistematik ve yaygın kullanımı neoliberal dönemde oldu. Performansa göre ücretlendirme sistemi ile ücretli emek ve hak hiyerarşisinin altında yer alanların sisteme karşı direnişinin bir ifadesi olan verimlilik sorunu aşılmaya çalışılmaktadır. Örneğin saatte otuz ambalajlama yapabilme potansiyeline sahip bir işçi sahip olduğu hakların ve ücretin adil olmadığını düşünüyorsa bilinçli veya bilinçdışı bir tepki olarak saat başına yaptığı ambalajlama sayısını yirmiye indirebilir. İş güvencesi ve sabit ücrete dayalı istihdam koşulları bu gibi pasif direnişleri kolaylaştırmaktadır. İşte bu gibi direnişleri kırmak için neoliberal dönemde iş güvenceleri kaldırılmaya, ücretlendirmeler ise ölçülebilir kriterlere göre yapılmaya başlandı ve yaygınlaştırıldı.

Performansa göre ücretlendirme sistemi sadece hak ve ücretli emek hiyerarşisinin altında yer alanlara değil üstünde yer alanlara da uygulandı. Çünkü bu kesimde de iş verimliliği burjuvazinin istediği düzeyde değildi. Ancak buradaki verimlilik sorununun nedeni sisteme karşı bir direniş değil görece de olsa sistemden istenilen payı koparmış olmanın getirdiği motivasyon azalması idi. Bu sebeple müdürler, başhekimler, CEO’lar ve benzeri yöneticiler de performansa dayalı ücretlendirmeye tabi tutuldular. Bu şekilde tüm çalışanların verimliliği artırılmaya çalışılırken aslında nihai amaç işletmelerin karında artış ve sermaye birikimi idi. Tabii ki bunu halka daha fazla kar ve sermaye amaçlıyoruz diye değil sizlere daha fazla mal ve hizmet ulaştırmak için yapıyoruz diye sundular. Performansa göre ücretlendirme ve sözleşmeli istihdam tüm çalışanların sırtında görünmez bir kırbaç gibi oldu. Eski kölelerin kırbaç korkusuyla işe sarılmaları gibi modern köleler de düşük ücret ve sözleşmenin sona erdirilme korkusu ile işe daha çok sarılmak zorunda kaldı. Bu durum üretimde göreli artışı ve ekonomide “canlılığı” sağlayarak sistemin sağlıklı işlediği sanısı yarattı ve öyle sunuldu. Öyle sunulabilmesi için ekonomik büyüme bir ülkenin refah ve mutluluğu için en önemli kriterlerden biri gibi gösterildi. Diğer yandan performansa göre ücretlendirme sistemi çalışanları performans kriterlerini yakalamak için etik dışı davranışlara yöneltirken, iş yeri içinde rekabete bağlı iş barışının bozulmasına ve performans kriterine ulaşanların bu noktadan sonra veriminin birdenbire düşmesine yol açtı. Eğitim ve sağlık kurumları dahil iş yerlerinde etik ve bilimsel değerler değil işletmenin karına katkı ve personel rating puanı en önemli değerler oldu.

Performansa göre ücretlendirme ve sözleşmeli istihdam modeli bireylerin kapitalist sistem içinde topluma, devlete ve kendisine karşı yabancılaşması sonucunda verim düşüklüğüne çare bulmak için bir girişimdir. Bu politikalar aynı zamanda liberalizmin insan doğasına kötümser baktığının önemli göstergelerini de oluşturuyorlar. Liberalizme göre insan doğasında tembellik ve tüketicilik vardır. Çalışmak için sürekli bir dış tehdit veya maddi mükafatlandırma gerekir. İş güvencesinin kaldırılması ve performansa dayalı ücretlendirme işte bunu sağlar.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Fukuyama’nın tarihin sonu teziyle kapitalizmin nihai zaferini ilan etmesi yaygın kabul görünce neoliberal ideolojinin toplumların genelinde yukarıda anlatılmaya çalışılan başlıca söylem ve uygulamalara dayanan hegemonyası da sağlanmış oldu.

Bu yazının başlığında sorulan soruya dönecek olursak, yanıtı evet, ama kapitalizmde performansa dayalı ücretlendirme olmazsa insanlar potansiyelleri oranında çalışmamaya meyil gösterirler. Daha doğru bir ifadeyle potansiyellerini gerçekliğe dönüştürecek verimlilik sorunu gözlenir. Bunun nedeni kişilerin sisteme ve giderek topluma ve kendisine de yabancılaşmasıdır. Bu yabancılaşma liberalizmin birey merkezli dünya anlayışının bencil bireyler yaratmasının da sonuçlarından biri. Bencil birey toplum için değil sadece kendisi için çalışıyor. Peki yabancılaşmayı nasıl aşabiliriz?

Performansa dayalı ücretlendirme sistemine karşı direniş.

Yabancılaşmayı günlük yaşam pratiklerimizde zaten zaman zaman aşıyoruz. Örneğin sevdiğimiz yakınlarımız ve dostlarımızla yaptığımız bir orman kampında kişilerin kamptaki çalışma performanslarıyla orantılı yemek dağıtmıyoruz. Kim daha çok odun getirirse o akşam daha çok ısınsın demiyoruz. Çünkü birbirine yabancılaşmamış küçük bir topluluğuzdur. Herkes elinden geldiğince çalışır, ortak üretilip ortak tüketilir. Ne zamanki kamptaki biri veya birileri kasıtlı olarak diğerlerinin emeği üzerinden yaşamaya çalışırsa o zaman yabancılaşma dediğimiz süreç başlar. Günümüzün modern büyük toplumlarında olan da budur. Sömürü ve egemenlik ilişkileri yabancılaşmaya yol açmış, yabancılaşma şüpheyi, endişeyi, güvensizliği ve benzeri duygu, düşünce ve davranışlara yol açmıştır.

Yapılması gereken sadece performansa dayalı ücretlendirme sistemini değiştirmek değil tümden siyasi, toplumsal ve ekonomik sistemi değiştirmektir. Sömürü ve egemenlik düzeni yerine eşitlik ve özgürlük temellerine dayalı yeni bir düzen gerekiyor. Çözüm insanların kişiliklerini özgürce geliştirebileceği ortamın yaratılması, toplumda herkesin eşit hak ve olanağa sahip olması ve de toplumsal süreçlere bir özne olarak katılabilmesinde yatıyor. Tüm bu ideal koşulların sağlanamadığı durumlarda ise kişi sorunun bir sömürü ve egemenlik düzeninden değil koşulların zorunluluğundan kaynaklandığını görebilmesi gerekir. İdeal durumun sağlanamadığı durumlarda bile bu hedeflere yönelik söylem ve çabanın gerçekleşmesi, sürecin içinde ve ilerliyor olmanın bilinci, yabancılaşmayı engelleyecektir. Geminizin karaya doğru gittiğini biliyorsanız karaya ayak basmadan da kendinizi iyi hissedebilirsiniz. Kapitalizmin ve sınıflı toplumların gemisinde iyi bir yere gitmediğimiz için gemide umut ve huzur hakim olamaz. Böyle olunca kürekçileri çalıştıran da umut değil geminin egemenlerinin kırbaçları olacaktır.

10 Mayıs 2014

Normandiya mı?


Günümüzde algı çarpıklığı yaratmak için gerçeklerin doğrudan inkarı gerekmiyor. Başta medya olmak üzere iletişim araçları ve eğitim kurumları aracılığı ile gerçekliğin sadece belli bir bölümünün algılatılması yoluna gidilerek de algı çarpıklığı yaratılabiliyor. Suçlu olan tabii ki bu iletişim teknolojileri değil onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanan hakim sınıflar.


Söz konusu çarpıtma örneklerini saymak bile bir mesele. Bunlardan bir örnek Amerikan emperyalizminin  avrupa ana karasını Nazilerden kurtaran  güçlerden biri olarak kendisini öne çıkarması. Tabii ki bunu diğer iki güç olan SSCB ve İngiltere’nin katılımını inkar etmeden ancak Normandiya çıkarması hakkında sinema filmi (Er Ryan'ı Kurtarmak, D-day), belgesel film, PC ve konsol oyunu (Company Of Heroes, Battlefield 1942, Medal of Honour) ve benzeri yayın ve araçlarla sağlıyor.

Söz konusu tarihi kesite kısaca göz atalım. İngiltere 1939 yılından itibaren ABD ise 1941 yılından itibaren Almanya ile savaş halindeydi. Ancak kıta avrupasına çıkarma yapabilmek için 6 Haziran 1944’e kadar beklemek zorunda kaldılar (1). Bunun sebebi 1943 sonbaharına dek Fransa’da güçlü bir Alman ordusunun bulunmasıydı. 1943 yılında önce Şubat ayında Stalingrad’da 6. Alman Ordusu teslim oldu. Temmuz ayında ise Kursk yakınlarında Prokhorovka'da gerçekleşen dünya tarihinin en büyük tank savaşında (2) Naziler çok büyük askeri kayba uğradı. 


Prokhorovka Muharebesinde tahrip edilmiş bir Nazi tankı (12 Temmuz 1943).
Bunun üzerine Nazi Genelkurmayı Fransa’daki yedi tümenini doğu cephesine sevk ederek gediği kapatmaya çalıştı. Bu şekilde Fransa sahillerinin savunması zayıflamış oldu ancak kışın yaklaşmış olması ve çıkarma hazırlıkları sebebiyle yaz beklendi.


1944 Haziran’ı geldiğinde Fransa’daki Alman güçleri zayıflamış olmasına rağmen iki ana çıkarma bölgesinden biri olan İngilizlerin çıktığı Caen bölgesinde ciddi bir savunma yaptı ve zaman zaman karşı saldırılarda bulundu (3). İngilizler Caen’i güç bela alabildi. Yedi Alman tümeni doğu cephesine gönderilmeseydi ne olacağını tahmin etmek güç olmamalı.

Amerikan emperyalizmi bunları göz ardı ederek avrupayı özgürlüğüne kavuşturmuş esas güç olarak lanse ediyor kendisini. Gerçekliğin büyük bir bölümünü saklamaya çalışarak. Ve aslanın avını öldürdükten sonra artığına konan bir akbaba gibi.

Tarih bilimini ve diğer her türlü bilimi sömürücü sınıfların egemenliğinden kurtarmak gerekiyor.

04 Mayıs 2014

Kapitalizm Neden Sadece Bir Ekonomik Sömürü Değildir?

Kapitalizmin, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayanan bir üretim tarzı olması sadece ücretli emek sömürüsüne yol açmıyor. Hukuksal düzende, kültürel ve ahlaki değer yargılarında, dinsel anlayışlarda da önemli derecede olumsuzluğa yol açıyor.

Geçtiğimiz hafta Türk kökenli Alman vatandaşı Diren Dede adlı genç, öğrenci değişim programı çerçevesinde gittiği ABD'nin Montana eyaletindeki bir şehirde komşusu tarafından vurularak öldürüldü. Katilin ev arkadaşının ifadesine göre Diren Dede'ye komşusunun garajı yakınında, uyarılmaksızın, peş peşe dört kez ateş ediliyor. Mermilerden ikisi Dede'ye isabet ediyor ve öldürüyor. Bunları olayın kriminal boyutunu incelemek için değil sosyoekonomik ve sosyopsikolojik boyutunu incelemek için bir giriş amacıyla anlatıyorum.
Diren Dede özel mülkiyet rejimi olan kapitalizmin yeni bir kurbanı.

Bireysel silahlanmanın son derece yüksek olduğu ABD'de bu ve benzeri cinayetler bu ülkeyi takip edenler için sürpriz değil. Bireysel silahlanma ise dayanışma toplumunun değil rekabet toplumunun hakimiyetinden, kişilerin temel ihtiyaçlarında bile paraları ile orantılı olanaklara sahip olabilmesinden ve hepsinin özünde özel mülkiyetin korunması anlayışından besleniyor. Kapitalizm, Montana eyaletinde bu anlayışına uygun bir hukuk düzenlemesi yapmış ve bireyler özel mülkiyet alanlarına izinsiz giren birisine ateş ettiğinde suç sayılmıyor. Diğer yandan Diren Dede adlı gencin evinde kaldığı Amerikalı çift son derece üzgün olduklarını ve nasıl olup da böyle bir olayın meydana geldiğini hala anlayamadıklarını söylüyor. Dikkatimi çekense şu: Saldırıyı açıkça kınamadıkları gibi sadece bir mülkiyetin sınırları içine girmenin ölümle karşılık bulmaması gerektiği yönünde bir görüş bildirmiyorlar. Muhtemelen özel mülkiyet alanına izinsiz girmenin ateş etmek için meşru bir gerekçe oluşturduğunu  kendileri de düşünüyorlar. Bu sebeple kınamada bulunmuyor olmalılar. Sadece üzgünler ve bir şeyleri anlayabilmiş değiller. Bu durum kapitalizmin hastalıklı zihniyetinin sadece paranoik katil doğurmada değil sıradan halkın ahlaki değer yargılarının da etkili olduğunu düşündürtüyor. Arada sadece doz farkı görünüyor. Kapitalizm, burjuva mülkiyetini korumak için hukuksal düzenlemelere gittiği gibi buna uygun ahlaki değer yargılarını da topluma benimsetmiş anlaşılan.

Bir insanı mülkiyet alanını "korumak" uğruna bir diğerini öldürmeyi meşrulaştıran nedir? Mülkiyeti bedeninin bir parçası gibi olmalı veya o olmaksızın varlığı anlamsız olmalı. Kapitalizm işte tam da bunu sağlar. Paranız ve mülkiyetiniz kadarıyla var olabilirsiniz kapitalizmde. Bunlar olmadığında insani değeriniz size yetmezse mülkiyet aşırı önem kazanır.. Onu kaybetmek bir yana dursun en ufak bir taciz bile paranoik davranışlara zemin yaratabilir. Olayın kriminal boyutundan ziyade bu zemine odaklanmak gerekiyor. Bu zemin var oldukça suçluların hapse atılması hatta idam edilmesi çözüm olmuyor. O zemin ve  sistem suçu, suçluyu gene üretiyor. Caydırma etkisiyle ise sadece sayıca azalma sağlanabiliyor.

Peki dinsel ahlakın daha açık belirtmek gerekirse tanrı korkusunun yaygınlaştırılması bu gibi cinayetleri engelleyebilir mi? Kanımca yanıtı hayır. Çünkü ABD toplumu zaten batı dünyası içinde en muhafazakar toplumlardan biri. Örneğin evrim teorisi hakkında Avrupa ve Kuzey Amerika'da yapılan anketlerde bu teoriye inanmayanların en yüksek olduğu ülkelerin başlarından geliyor. Evangelik kilise ve muhafazakar Cumhuriyetçi Parti -son birkaç seçimi kazanamasa da- oldukça güçlü.

İktisadı, bilim ve teknolojisi, sanat ve sporuyla bir dünya devi olan ABD için bu gibi trajik olaylar bir istisna kabul edilebilir mi? Sistem aslında iyi ama bu olaylar genel iyilik hali içinde münferit midir?

Bu sorulara da evet yanıtı vermek kanımca mümkün değil. ABD'nin tüm gücü ve gelişmişlikleri doping ilacının etkisiyle vücudunu geliştirmiş bir vücut sporcusunun heybetine benziyor. Güzel ve güçlü görüntü veriyor hatta bir bakıma gerçekten öyle ama karaciğer iflas durumunda. Nüfusun %20 civarı depresyon, %10 civarı kronik alkolizm pençesinde. Oklahoma bombacısı (1), okul baskınları, seri cinayetler toplumun ruh hali hakkında önemli verileri oluşturuyor. İktisadi durumun da pek parlak olduğu söylenemez. 2007 yılındaki mortgage krizi Obama'nın 700 milyar doları büyük sermaye gruplarını kurtarmak üzere tahsis etmesi sayesinde atlatılabildi (2). Siyasi iktidar halkın vergilerini büyük sermayeyi kurtarmak üzere kullandı.

Diğer alanlar gibi dinsel alan da kapitalizmden nasibini almış durumda. Kapitalizmin toplum üzerindeki ideolojik hegemonyası  sadaka vermek veya zekat dağıtmak gibi ibadetlerde “öteki dünyada” daha fazlasını almak şeklinde bilinçli veya bilinçaltı olarak kar hesabına yönlendiriyor. Din, yapılan ibadetlerin karlı bir şekilde tanrı tarafından mükafatlandırılması hesabına dönüştürülüyor.

Gerek Diren Dede cinayeti gerekse ABD'nin ve günümüz kapitalizminin genel bir değerlendirmesi kapitalizmin hem bir ücretli emek sömürüsü olduğunu hem de günlük hayatımızı etkileyen hukuksal düzenlemeleri yaparak ve ahlaki değer yargılarını etkileyerek bir örümcek ağı gibi insanları saran bütüncül bir sistem olduğunu göstermekte.

İşte bu gibi sebeplerden dolayı kapitalizme karşı çıkmak ve bir ortaklaşmacılık ve sınıfsız toplum düzeni demek olan komünal toplumu savunmak bütün yönleriyle insanlığı savunmaktır. Sadece işçinin ve ücretli emekçinin haklarını savunmak değildir.

Yaklaşık son 170 yıldan bu yana insanlığın sınıfsız topluma doğru yürüyüş deneyimleri çeşitli sebeplerle başarıya ulaşamadı, ulaşanlar ise sürekliliği sağlayamadı. İnsanlık biyolojik evriminde iki milyon yıl kadar önce ayakları üzerinde dik yürümeye başladı. Kültürel evriminde ise son 170 yıldır insan gibi insan yani sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya mücadelesi veriyor. Biyolojik atalarımızın düşe kalka yürümesini öğrendiği gibi düşe kalka sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyayı da elbette başaracağız.

1) http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/87813.asp
2) http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/abd-krizinin-siyasi-ustyapisi-korkut-boratav-1171